Engel'in "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve
Devletin Kökeni" isimli kitabının son bölümü insanlığın gelişim sürecini, toplum yapıları, üretim ve buna bağlı ortaya çıkan devlet mekanizmasını çok güzel bir şekilde özetleyerek ortaya koyuyor. Bu yazıyı Marksizm'e ilgi duyan herkesin okuması gerektiğini düşünerek yayınlıyoruz. Ayrıca kitabın tamamını da okumak gerektiğini belirtmeye sanırız gerek yoktur...
IX
BARBARLIK VE
UYGARLIK
Şimdi, ayrı ayrı üç büyük
örnekte: Yunanlılarda, Romalılarda ve Cermenlerde, gentilice
örgütlenmenin yıkılışını izlemiş bulunuyoruz. Bitirmek için, barbarlığın yukarı
aşamasından itibaren, toplumdaki gentilice örgütlenmeyi yıkmaya çalışan
ve uygarlığın doğuşuyla onu tamamen yokeden genel iktisadi koşulları
inceleyelim. Burada, Marx'ın Kapital'i, bize Morgan'ın kitabı kadar
gerekli olacak.
Yabanıllığın orta
aşamasında doğup, yukarı aşamasında gelişmesini sürdüren gens, sahip
bulunduğumuz kaynaklardan anlayabildiğimiz kadarıyla, barbarlığın aşağı
aşamasında, gelişmesinin doruğuna erişir. Öyleyse, işte bu gelişme aşamasından
başlayacağız.
Amerika kızılderililerinin
bir örnek hizmeti görecekleri bu aşamada, gentilice örgütlenmeyi en
yetkin biçimiyle görürüz. Bir aşiret, birkaç gense, genellikle iki gense
bölünmüştür; bu ilkel genslerden herbiri, nüfus artışıyla, kendileri karşısında
ana gensin kabile görevi yaptığı birkaç yavru gense bölünür; aşiretin kendisi
de birkaç aşirete bölünür, ve bunlardan herbiri içinde, eski gensleri, büyük
ölçüde yeniden buluruz; bir konfederasyon, hiç değilse belirli durumlarda,
akraba aşiretleri birleştirir. Bu yalın örgütlenme, kendisini doğuran toplumsal
koşullara tamamen uygun düşer. Bu koşullara özgü ve bu koşulların kendiliğinden
bir kümelenmesinden başka bir şey değildir; bu biçimde örgütlenmiş bir toplum
içinde doğabilecek bütün çatışmaları bir düzene koymaya yeteneklidir. Dış
çatışmaları ise, savaş çözümler; savaş, aşiretin yok olmasıyla son bulabilir,
ama köleleşmesiyle hiçbir zaman. Gentilice örgütlenmenin büyüklüğünün,
ama darlığının da nedeni, onda, egemenlik ve kölelik için hiçbir yer
bulunmamasıdır. İçinde, haklar ve görevler arasında henüz hiçbir ayrım yoktur;
Amerika yerlisi için, kamu işlerine, kan davası ya da öbür cezalandırma
pratiklerine katılmanın bir hak mı, ya da bir ödev mi olduğunu bilmek gibi bir
sorun yoktur; bu sorun ona, yemenin, uyumanın, avlanmanın bir hak mı, yoksa bir
ödev mi olduğunu sormak kadar saçma görünür. Bunun gibi, aşiret ve gensin
çeşitli sınıflar biçiminde bir bölünmesi de, sözkonusu olamaz. Ve bu, bizi bu
durumun iktisadi temelini incelemeye götürür.
Nüfus son derece
seyrektir; yalnız aşiret merkezinde daha yoğundur, bu merkezin çevresinde, önce
geniş bir kuşak üzerinde, av alanı, sonra aşireti öbür aşiretlerden ayıran
tarafsız koruyucu orman (Schutzwald) yayılır. İşbölümü, tamamen
kendiliğindendir; yalnızca iki cinsiyet arasında işbölümü vardır. Erkek
savaşır, ava ve balığa gider, ilkel besin maddelerini ve bunların gerektirdiği
aletleri sağlar. Kadın evde uğraşır, yiyecek ve giysileri hazırlar: yemek
pişirir, dokur, diker. İkisi de kendi alanında egemendir: erkek ormanda, kadın
evde. İkisi de, yaptığı ve kullandığı aletlerin sahibidir: erkek, silahların,
avcılık ve balıkçılık aletlerinin; kadın, ev eşyalarının: Ev ekonomisi,
çoğunlukla büyük sayıda aile arasında, ortaklaşadır. Ortaklaşa yapılan ve
ortaklaşa kullanılan şey, ortak mülktür: ev, bahçe, oyma kayık. Öyleyse,
hukukçu ve iktisatçılar tarafından, doğruya aykırı olarak uygar topluma
maledilen, bugünkü kapitalist mülkiyetin hâlâ üzerine dayandığı son aldatıcı
hukuksal bahane olan "kişisel çalışmanın meyvesi olan mülkiyet"
fikri, yalnızca ve yalnızca burada geçerlidir.
Ama insanlar, her yerde bu
aşamada durmadılar. Asya'da, insanlara alışmaya, alıştıktan sonra da,
yetiştirilmeye ehil hayvanlar buldular. Yabanıl mandanın dişisini avlayarak
yakalamak gerekiyordu; ama insana alıştıktan sonra, her yıl bir malak, ve
üstelik süt veriyordu: En gelişmiş aşiretlerden bazıları —Aryenler, Semitler,
hatta belki Turanlılar—, önce hayvanları evcilleştirdiler, daha sonra, esas
çalışma kolları olan hayvan yetiştirme ve hayvan sürülerinin korunmasına
geçtiler. Çoban aşiretler, kendilerini öbür Barbarlardan ayırdılar: birinci
büyük toplumsal işbölümü. Çoban aşiretler yalnızca daha
çok üretmekle kalmıyorlar, ayrıca öbür barbarlardan başka besinler de
üretiyorlardı: Yalnızca daha çok süt, süt ürünleri ve ete değil, ayrıca
derilere, yüne, keçi kılına, ve üretimleri ilkel maddelerle birlikte artan
iplik ve dokumalara da sahip oluyorlardı. İşte böylece, ilk kez olarak, düzenli
bir değişim olanaklı duruma geldi. Daha önceki aşamalarda, ancak rastgele
değişimler olabiliyordu; silah ve aletler yapımında, özel bir ustalık; geçici
bir işbölümüne yol açabilir. Böylece birçok yerde, taş devrinin son çağına
ilişkin, çakmak taşından aletler yapmaya yarayan bazı atelye kalıntıları
bulunmuştur; bu atelyelerde ustalıklarını geliştiren zanaatçılar, kuşkusuz,
Hint gentilice gruplarındaki zanaatçıların hâlâ yapmakta oldukları gibi,
topluluk hesabına çalışıyorlardı. Aşiret içinde gerçekleştirilenden başka bir
değişim, bu aşamada, hiçbir biçimde yapılamazdı, ve aşiret içindeki değişim
bile istisnai bir olgu olarak kalıyordu. Buna karşılık, burada, çoban aşiretler
[öbür aşiretlerden -ç.] ayrıldıktan sonra, çeşitli aşiretlerin üyeleri
arasındaki değişim, ve düzenli bir kurum durumuna gelen bu değişimin gelişip
sağlamlaşması için bütün koşulları hazır buluyoruz. Başlangıçta, değişim
karşılıklı gentilice şeflerin aracılığıyla, aşiretten aşirete yapılıyordu;
ama sürüler, özel mülkiyete geçmeye başlayınca, bireysel değişim, gitgide ağır
bastı ve sonunda değişimin tek biçimi durumuna geldi. Bununla birlikte; çoban
aşiretlerin, komşularından aldıklarına karşılık, onlara sattıkları başlıca
madde, davardı; davar, bütün öbür metaların kendisiyle değerlendirildiği ve
bunlara karşılık her yerde seve seve kabul edilen meta durumuna geldi, —
kısaca, davar, para işlevi görmeye başladı ve bu aşamadan itibaren paranın
yerini tuttu: meta değişimi başlar başlamaz, bir meta-para gereksinmesi,
kaçınılmaz ve ivedi bir durum aldı.
Bahçıvanlık, [yani -ç.]
aşağı aşamadaki Asya barbarlarınca kuşkusuz bilinmeyen bir şey olan tarım
başlangıcı, onlarda, en geç orta aşama süresinde kendini gösterdi. Yüksek Turan
yaylalarının iklimi, uzun ve sert kış için ot ve saman yedekliği olmaksızın,
çoban yaşamına izin vermez, demek ki, burada, çayırların düzenlenmesi ve tahıl
ekimi zorunlu durumdaydı. Karadenizin kuzeyindeki stepler için de durum
aynıydı. Ama, davar için üretilen tahıl, kısa zamanda insan için bir besin
haline geldi. İşlenmiş topraklar henüz aşiret mülkü [olarak -ç.] kaldılar,
işlenmiş topraklardan yararlanma [hakkı -ç.] önce gense, daha sonra da, gens
tarafından ev topluluklarına, ve son olarak da, bireylere verildi; bireylerin
belki bazı kullanım hakları vardı, ama başka hiçbir hakları yoktu.
Bu aşamadaki sınai
fetihler arasında, iki tanesi özel bir önem taşır. [Bunların -ç.] birincisi
dokuma tezgahı, ikincisi, maden filizlerinin dökümü ve madenlerin işlenmesidir.
Bakır, kalay ve bunların alaşımıyla meydana gelen tunç, en önemlileriydi; tunç,
etkili aletler ve silahlar yapılmasına yarıyordu, ama, bunlar, çakmak taşından
yapılma aletlerin yerine geçemiyordu; bu işi ancak demir yapabilirdi, ama henüz
demir elde etmek bilinmiyordu. Süsleme ve süslenme için, kuşkusuz daha o
zamandan, bakır ve tunca göre daha büyük bir değere sahip bulunan altın ve
gümüşün kullanılmasına başlandı.
Bütün çalışma kollarındaki
—hayvancılık, tarım, ev sanayii— üretim artışı, insan emek-gücüne, kendisine
gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneğini kazandırdı. Bu, aynı zamanda, her
gens, ev topluluğu ya da karı koca ailesi üyesine düşen günlük iş tutarını
artırdı. Yeni emek-güçlerine başvurmak gerekli duruma geldi. Savaş bunları
sağladı: savaş tutsakları köle haline getirildiler. Birinci büyük toplumsal iş
bölümü, emek üretkenliğini, dolayısıyla servetleri artırıp üretim alanını
genişleterek, o günkü tarihsel koşullar içinde, zorunlu olarak köleliği
getirdi. Birinci büyük toplumsal iş bölümünden, toplumun iki sınıf: efendiler
ve köleler, sömürenler ve sömürülenler biçimindeki ilk büyük bölünüşü doğdu.
Sürüler, aşiret ya da
gensin ortaklaşa mülkiyetinden, bireysel aile başkanlarının mülkiyetine ne
zaman ve nasıl geçti? Şimdiye kadar bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Ama, öz
bakımından, bu işin bu aşamada olmuş olması gerekir. O zaman, sürüler ve öbür
yeni servetlerle, aile, köklü bir değişikliğe uğradı. Geçinme gereçlerini
kazanmak her zaman erkeğin işi olmuştu; bu iş için zorunlu araçları üreten ve
bu araçların mülkiyetine sahip olan, erkekti. Yeni geçinme araçlarını, sürüler
meydana getiriyordu: onları önce evcilleştirmek, sonra da korumak, erkeğin
eseri olmuştu. Bundan dolayı, davar erkeğe aitti; tıpkı davara karşılık trampa
edilen meta, ve kölelerin de ona ait olması gibi. Şimdi üretimin sağladığı
bütün kazanç (bénéfice) erkeğe gidiyordu; bundan kadın da
yararlanıyordu, ama mülkiyette hiçbir payı yoktu. "Yabanıl" savaşçı
ve avcı, evde ikinci planda kalmakla yetinmişti; "daha yumuşak huylu"
çoban, servetiyle övünerek, birinci plana çıktı ve kadını ikinci plana itti. Ve
kadın bundan yakınamazdı. Aile içindeki işbölümü, mülkiyetin kadınla erkek
arasındaki paylaşımını düzenliyordu; bu, aynı kalmıştı; ama gene de, yalnızca
aile dışındaki iş bölümünün değişmiş olması yüzünden, evlik ilişkiler şimdi
altüst oluyordu. Eskiden kadının evdeki üstünlüğünü sağlayan neden: kadının
kendini tamamen ev işlerine vermesi olgusu, şimdi, evde erkeğin üstünlüğünü
sağlıyordu: kadının ev işleri, artık, erkeğin üretken emeği yanında hesaba
katılmıyordu; önemli olan erkeğin çalışmasıydı; kadının çalışması, yalnızca
önemsiz bir destekti. Daha burada, üretken toplumsal emek dışında, özel ev
işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın erkek
eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı ortaya çıkar. Kadının
kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce, geniş bir toplumsal
ölçek üzerinde üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir
ölçüde uğraştırması gerekir. Bu da, ancak, yalnızca kadınların geniş ölçüde
çalışmasını kabul etmekle kalmayıp, ayrıca bunu kesinlikle gerektiren, ve özel
ev işini gitgide bir kamu sanaii yapmaya yönelen modern büyük sanayi ile
olanaklı duruma geldi.
Erkeğin evdeki gerçek
üstünlüğüyle, mutlak gücünün son engeli de yıkılıyordu. Bu mutlak güç, analık
hukukunun yokoluşu, babalık hukukunun kuruluşu, iki-başlı-evlilikten kerte
kerte tek-eşli evliliğe geçişle doğrulanmış ve süreklileştirilmiş oldu. Ama bununla,
eski gentilice örgütlenmede bir çatlak meydana geliyordu: karı koca
ailesi bir güç durumuna geldi ve korkutucu bir biçimde gensin karşısına
dikildi.
Bir adım daha atarsak,
kendimizi, bütün uygar halkların kahramanlık çağlarını geçirdikleri dönem olan,
barbarlığın yukarı aşamasında buluruz: [bu çağ -ç.] demir kılıç çağı[dır-ç.]
ama aynı zamanda, demir saban ve demir balta [çağı -ç.]. Tarihte devrimci bir
rol oynayan bütün ilkel maddelerin en önemli ve... patatese kadar en sonuncusu
[olan -ç.] demir, insanın hizmetine girmişti. Demir, çok geniş topraklar
üzerindeki tarlaların işlenmesini, çok geniş ormanlık alanların açılmasını
sağladı; zanaatçıya, hiçbir taşın, bilinen hiçbir öbür maddenin dayanamayacağı
bir sertlik ve kesinlikte bir alet verdi. Bütün bunlar yavaş yavaş oldu: ilk
demirin sertliği, çoğunlukla, tunçtan daha azdı. Bundan dolayı, çakmak taşından
silah ancak yavaş yavaş kayboldu; taş baltalar, yalnız Hildebrand Türküsü'nde
değil, Hastings'de de,1066 yılında, hâlâ savaşıyorlardı. Ama ilerleme, zaman zaman kesilip hızlanarak,
o zamandan beri karşı durulmaz bir biçimde, adım adım gerçekleşti. Taş ya da
tuğladan yapılma evleri, taştan surlar, kuleler, ve mazgallarla kapsayan kent,
aşiret ya da aşiretler konfederasyonunun merkezi oldu; bu, mimarlıkta büyük bir
ilerlemenin olduğu kadar, artan tehlike ve artan korunma gereksinmesinin de
işaretidir. Servet hızla arttı, ama bireysel servet olarak; dokumacılık,
madenlerin işlenmesi ve gitgide farklılaşan öbür zanaatlar, üretime artan bir
çeşitlilik ve yetkinlik veriyordu; bundan böyle, tahıl, sebze ve meyvelerin
yanı sıra, tarım, elde edilmeleri öğrenilmiş bulunan, zeytinyağı ve şarabı da
sağlamaktaydı. Böylesine çeşitli bir çalışım, artık aynı birey tarafından
yürütülemezdi: ikinci büyük [toplumsal -ç.] işbölümü
gerçekleşti: küçük zanaatlar, tarımdan ayrıldı. Üretimde, ve onunla birlikte
emek üretkenliğindeki sürekli artış, insan emek gücünün değerini artırdı;
önceki aşamada başlangıç durumunda ve yer yer görülen kölelik, şimdi toplumsal
sistemin esas bir bileştireni durumuna gelir; köleler basit yardımcılar
olmaktan çıkarlar; tarlalarda ve atelyelerde, düzinelerle köle işe sürülür.
Üretimin, başlıca iki kola: tarım ve küçük sanayie ayrılmasıyla, doğrudan
doğruya değişim için üretim doğar; bu, meta üretimidir. Meta üretimiyle,
yalnızca aşiret içinde ve aşiret sınırlarında yapılan ticaret değil, ayrıca,
denizaşırı ticaret de, şimdiden, doğar. Bununla birlikte, bütün bunlar, henüz
gelişmelerinin ilk basamağındadırlar; değerli madenler, egemen ve evrensel meta
para haline gelmeye başlarlar, ama henüz para olarak basılmazlar, yalnızca,
ağırlıklarına göre değiştirilirler.
Özgür insanlarla köleler
arasındaki ayrımın yanısıra, zenginlerle yoksullar arasındaki ayrım da kendini
gösterir: Toplumda, yeni iş bölümüne eşlik eden, sınıflar biçiminde yeni bir
bölünme. Bireysel aile başkanları arasındaki mülkiyet ayrımları, her yerde, o
zamana kadar varlığını sürdürmüş bulunan eski komünist ev topluluğunu, ve
onunla birlikte, toprağın bu topluluk hesabına ortaklaşa sürülmesi [töresini
-ç.] yok eder. Ekilebilir topraklar, işlemeleri için, önce geçici, sonra
sürekli olarak karı koca ailelerine verilirler; iki başlı evlilikten tek
eşliliğe geçişe koşut olarak, tam özel mülkiyete geçiş, yavaş yavaş tamamlanır.
Karı koca ailesi, toplumda, ekonomik birim haline gelmeye başlar.
Daha yoğun bir nüfus,
dışarda olduğu kadar içerde de daha sıkı bir bağlılığı gerektirir. Her yerde,
aralarında akrabalık bulunan aşiretlerin konfederasyon biçiminde birleşmeleri
bir zorunluluk haline gelir; bu aşiretler az sonra da, birbirleriyle
kaynaşırlar, ve onlarla birlikte, ayrı ayrı aşiret toprakları da, halkın kolektif
toprağı biçiminde kaynaşır. Halkın askeri şefi —rex, bazileus, thiudans—
vazgeçilmez, sürekli bir görevli durumunu kazanır. Askeri şef, konsey, halk
meclisi: işte, gentilice örgütlenmenin, bir askeri demokrasi olmak üzere
dönüşmüş bulunan organları bunlardır. Askeri — çünkü savaş ve savaş için
örgütlenme, şimdi halk yaşamının düzenli görevleri haline gelmiştir. Servet
sahibi olmayı, yaşamın başlıca ereklerinden biri gibi gören halklarda
komşuların serveti tamah uyandırır. Bunlar barbar halklardır; yağma etmek,
onlara, çalışarak kazanmaktan daha kolay, hatta daha onurlu görünür. Eskiden
yalnızca bir zorbalığın öcünü almak, ya da daralan bir toprağı genişletmek için
yapılan savaş, şimdi yalnızca yağma için yapılır ve sürekli bir sanayi kolu
durumuna gelir. Yeni müstahkem kentlerin çevresinde korkutucu surların
dikilmesi nedensiz değildir; bu surların hendeklerinde, gentilice
örgütlenmenin kuyu gibi mezarı açılırken, kuleleri uygarlık içinde yükselir.
İçerde de durum aynıdır. Çapul savaşları, yüksek askeri şefin de, ast şeflerin
de gücünü artırır; bunların ardıllarının aynı aileler içinden seçilmesi töresi,
özellikle babalık hukukunun girişinden sonra, yavaş yavaş önce hoşgörülen,
sonra hak olarak istenen, en sonra da gaspedilen bir kalıtım durumuna gelir; soydan
geçme krallığın ve soydan geçme soyluluğun temeli kurulmuş bulunur. Böylece, gentilice
örgütlenme organları, halk içindeki, gens, kabile, aşiret içindeki köklerinden
yavaş yavaş kopar ve bütün gentilice örgütlenme, kendi karşıtı haline
dönüşür: kendi işlerini özgürce düzenleme ereği gözeten bir aşiretler
örgütlenmesiyken, komşularını soyan ve ezen bir örgütlenme olur; ve sonuç
olarak [bu yeni örgütlenmenin -ç.], önceleri halk isteminin araçları olan
organizmaları, kendi öz halkına karşı, özerk egemenlik ve baskı organizmaları
durumuna gelir. Ama, servete karşı duyulan susama, gens üyelerini zenginler ve
yoksullar biçiminde bölmeseydi, aynı gens içindeki mülkiyet ayrımı, gens
üyelerinin çıkar birliğini, uzlaşmaz- karşıtlık durumuna
dönüştürmeseydi, ve köleliğin genişlemesi, yaşamını çalışarak kazanma olgusunu,
yalnızca kölelere layık ve çapuldan daha onursuz bir eylem olarak düşündürmeye
başlamasaydı, bunlar asla olanaklı olamazdı.
*
Şimdi uygarlığın eşiğine
gelmiş bulunuyoruz. Uygarlık, işbölümünde yeni bir gelişmeyle başlar. En aşağı
aşamada, insanlar yalnızca doğrudan doğruya kişisel gereksinmeleri için
üretiyorlardı; zaman zaman yapılan değişimin, yalnızca raslantı sonucu elde
kalan fazlalıkla ilgili yalıtık olaylardı. Barbarlığın orta aşamasında, çoban
halklar arasında, sürü, belirli bir büyüklük kazanınca, davarın, kişisel
gereksinmeler üzerinde, sürekli bir fazlalık sağlayan bir mülk durumuna
geldiğini görürüz; aynı zamanda, çoban halklarla sürü sahibi olmayan geri
kalmış aşiretler arasında bir iş bölümü de görürüz: yanyana varolan iki ayrı
üretim aşaması bundan doğar; düzenli bir değişimin koşulları da bundan doğar.
Barbarlığın yukarı aşaması, bize, tarımla küçük sanayi arasında yeni bir
işbölümü ve bunun sonucu, çalışma ürünlerinin daima artan bir parçasının
doğrudan doğruya değişim için üretilmesini getirir; bireysel üreticiler
arasındaki değişimin, toplum için dirimsel bir zorunluluk kazanması da bundan
doğar. Uygarlık, özellikle kent ve köy arasındaki karşıtlığı daha da belirgin
bir duruma getirerek (iktisadi bakımdan, ilkçağdaki gibi, kent köye, ya da,
ortaçağdaki gibi, köy kente egemen olabilir); daha önce varolan bütün bu
işbölümlerini güçlendirip geliştirir, ve onlara, kendine özgü ve çok önemli bir
üçüncü işbölümünü ekler: artık, üretimle değil, yalnızca ürünlerin değişimiyle
uğraşan bir sınıf doğurur — tüccarlar. O zamana kadar, sınıfların,
oluşumundaki bütün izler üretime bağlanıyorlardı; bunlar üretime katılan
kimseleri, azçok geniş bir ölçek üzerinde, yönetici ve yürütücü, ya da üretici
olarak bölüyorlardı. Burada, sahneye, ilk kez olarak, üretime herhangi bir
biçimde katılmaksızın, onun yönetimini ele geçiren ve üreticileri iktisadi
bakımdan egemenliği altına alan bir sınıf girer; bir sınıf ki, iki üretici
arasında zorunlu aracı olarak geçinir ve her ikisini de sömürür. Üreticileri,
değişim zahmet ve riskinden kurtarmak bahanesiyle, ürünlerinin satışını en uzak
pazarlara kadar yaymak ve böylece nüfusun en yararlı sınıfı olmak bahanesiyle,
gerçekte çok küçük hizmetler için karşılık (salaire) olarak, yerli
üretimin, olduğu kadar yabancı üretimin de kaymağını alan, hızla büyük
servetler ve buna uygun düşen toplumsal bir etkililik kazanan, ve böyle olduğu
için de, sonunda o da kendine özgü bir ürünü — devirli ticari bunalımları
meydana getirene kadar, uygarlık dönemi içinde durmadan yeni saygınlıklar ve
üretimde durmadan artan bir egemenlik sahibi olan bir kâr düşkünleri, bir
gerçek toplumsal asalaklar sınıfı meydana gelir.
Gerçi incelemekte
bulunduğumuz gelişme aşamasında, [bu -ç.] yepyeni tüccarlar sınıfı, henüz
parlak gelecekleri aklından bile geçirmez. Sınıf olarak varolur ve kendini
zorunluymuş gibi gösterir, bu kadarı da yeter. Tüccarlar sınıfıyla birlikte, madeni
para, basılmış para da meydana gelir, ve bu, üretici olmayanın, üretici
ve onun üretimi üzerinde yeni bir egemenlik aracı olur. Metalar meta, bütün
öbür metaları gizlice içinde saklayan meta, istendiğinde bütün canatılan
şeylere dönüşebilen tılsım bulunmuştu. Kim ona sahip olursa, üretim dünyasını
egemenliği altına alıyordu, ve ona herkesten çok sahip olan kimdi? Tüccar. Onun
elinde, paraya tapma, güvenlik altındaydı. Paraya tapmak için, bütün metalarla
bütün üreticilerin, tozlar içinde nasıl secdeye kapanmak zorunda olduklarını
gösterme işini, üzerine o aldı. Zenginliğin bu cisimleşmesi karşısında, onun
bütün öbür biçimlerinin [aslında -ç.] basit görünüşlerden başka bir şey
olmadıklarını, pratik aracıyla o kanıtladı. Paranın kudreti, bu gençlik
dönemindeki ilkel sertlik ve ilkel kabalığıyla, o zamandan beri kendini hiç
göstermedi. Para karşılığında meta alımından sonra, ödünç para verilmesi
çıkageldi, ve onunla birlikte de, faiz ve tefecilik. Daha sonraki çağlardaki
hiçbir mevzuat, borçluyu, eski Atina ve eski Roma mevzuatı kadar acımaksızın,
tefeci-alacaklının ayaklarına atmamıştır — ve bu iki mevzuat da, iktisadi
zorlamadan başka hiçbir zorlama olmaksızın, töre olarak, kendiliğinden
doğmuştur.
Meta ve köle biçimindeki
zenginlik yanında, para biçimindeki servet yanında, toprak mülkiyeti
biçimindeki zenginlik de kendini gösterdi. Toprak parçaları üzerinde, kişilere,
başlangıçta gens ya da aşiret tarafından verilen kullanım hakkı, şimdi öylesine
sağlamlaştırılmıştı ki, bu parçalar, soydan geçme mülk olarak onlara ait
bulunuyordu. Son zamanlarda, özellikle, gentilice topluluğun toprak
parçası üzerinde sahip bulunduğu ve kendileri için bir engel olan haktan
kurtulmak için çaba göstermişlerdi. Engelden kurtuldular — ama az sonra, yeni
toprak mülkiyetinden de kurtuldular. Tam ve özgür toprak mülkiyeti, yalnızca
toprağı kısıntısız ve sınırsız kullanma yetkisi anlamına değil, onu elden
çıkarma yetkisi anlamına da geliyordu. Toprak, gentilice mülk oldukça bu
yetki yoktu. Ama yeni toprak sahibi, gens ve aşirete ait yüksek mülkiyet
engellerini kesinlikle söküp atınca, kendisini o zamana kadar çözülmez biçimde
toprağa bağlayan bağı da koparmış oldu. Bunun ne demek olduğunu, özel toprak
mülkiyetinin çağdaşı bulunan paranın türetilmesi ile öğrendi. Bundan böyle,
toprak, satılan ve rehine konulan bir meta olabiliyordu. Toprak mülkiyeti
kurulur kurulmaz, ipotek de türetilmişti (Atina'ya bakınız). Tıpkı hétaïrisme
ve fuhşun tekeşliliğe tebelleş olması gibi, ipotek de, bundan böyle, toprak
mülkiyetini adım adım izler. Tam özgür, elden çıkarılabilir toprak mülkiyetini
istediniz, [öyle mi? -ç.]: pekâlâ, işte ona sahipsiniz... "Tu l'as
voulu, Georges Dandin!"
İşte böylece ticaretin
genişlemesiyle, para ve tefecilikle, toprak mülkiyeti ve ipotekle, kitlelerin
artan yoksullaşması ve yoksullar yığınının büyümesiyle birlikte, servetin küçük
bir sınıf elinde toplanıp merkezleşmesi de hızla gerçekleşti. Yeni servet
aristokrasisi, daha ilk anda eski aşiret soylularıyla karışmadığı ölçüde, bu
soyluları kesin olarak geri plana itti (Atina'da, Roma'da, Cermenler'de). Ve
özgür insanlardaki, bu servetlerine göre sınıflara bölünüşün yani sıra,
özellikle Yunanistan'da, zoraki çalışması, üzerinde bütün toplum üst yapısının
yükseldiği temeli meydana getiren köleler sayısında büyük bir
yükselme görüldü.
Şimdi, bu toplumsal devrim
süresince, gentilice örgütlenmenin ne olduğuna bakalım. Kendi katkısı
olmaksızın fışkırmış bulunan yeni öğeler karşısında, bu örgütlenme güçsüz
kalmıştı. Varlığının ilk koşulu, bir gens ya da bir aşiret üyelerinin, yalnızca
kendilerinin yaşadığı bir toprak üzerinde birleşmiş olmalarıydı. Bu durum uzun
süreden beri ortadan kalkmıştı. Her yerde gensler ve aşiretler birbirine
karışmıştı, her yerde, köleler, metekler; yabancılar, yurttaşlarla birlikte
yaşıyorlardı. Ancak barbarlığın orta aşamasının sonuna doğru erişilmiş bulunan
yerleşme yeri değişmezliği, ticaret, çalışım değişiklikleri ve toprak
mülkiyetindeki değişmeler (ferağ ve intikaller) yüzünden meydana gelen konut
değişme ve hareketliliği dolayısıyla, durmadan bozuluyordu. Gens üyeleri, kendi
ortak işlerini bir düzene koymak için, artık birarada toplanamıyorlardı;
yalnızca dinsel törenler gibi ıvır zıvır şeyler hâlâ iyi kötü
yapılabiliyorlardı. Gensin savunmakla görevli ve yetkili bulunduğu gereksinme
ve çıkarlar yanında, içinde karşılıklı yardımlaşılan koşullardaki devrim ve bu
devrim sonucu toplumsal yapıda meydana gelen değişme, yalnızca eski gentilice
düzene yabancı olmakla kalmayıp, ayrıca ona büsbütün karşı yeni gereksinme ve
yeni çıkarlar doğurmuşlardı. İşbölümünden doğmuş bulunan zanaat gruplarının
çıkarları, kentin, köyle karşıtlık durumundaki özel gereksinmeleri, yeni
organizmalar gerektiriyordu; ama bu gruplardan herbiri, çeşitli gensler;
kabileler ve aşiretler üyelerinden meydana gelmişti, hatta içlerinde yabancılar
bile bulunuyordu; öyleyse, bu organizmaların da, gentilice örgütlenmenin
dışında, bu örgütlenmenin yanında ve sonuç olarak, ona karşıt biçimde
kurulmaları gerekiyordu. — Sırası gelince, çıkarlar arasındaki bu çatışma, her gentilice
topluluk içinde kendini duyuruyordu; zenginlerle yoksulların, tefecilerle
borçluların aynı gens ve aynı aşiret içinde toplanmasında, bu çatışma en yüksek
noktasına varıyordu. — Buna, gentilice topluluklara yabancı yeni nüfus
yığını da ekleniyordu, ki bu kitle, Roma'da olduğu gibi, ülke içinde bir güç
durumuna gelebiliyor ve kandaş soylarla kandaş aşiretler içinde yavaş yavaş
özümlenemeyecek denli kalabalık bulunuyordu. Bu kitle karşısında, gentilice
birlikler, kapalı, ayrıcalıklı loncalar olarak dikiliyorlardı: ilkel ve
kendiliğinden demokrasi, iğrenç bir aristokrasiye dönüşmüştü. Son olarak, gentilice
örgütlenme, içsel çelişkiler bulunmayan bir toplumdan doğmuştu ve yalnızca bu
nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç, hiçbir zorlama
aracına sahip değildi. Ama işte, iktisadi varlık koşulları bütünü gereğince,
özgür insanlar ve köleler, zengin sömürücüler ve yoksul sömürülenler biçiminde
bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; [öyle -ç.] bir toplum ki, bu
uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmıyor, tersine,
onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunuyordu. Böyle bir toplum, ancak,
ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve açık bir savaşımı içinde, ya da,
görünüşte uzlaşmaz karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını
önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa olsa, iktisadi alanda, yasal denilen bir
biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını
sürdürebilirdi: gentilice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilice
örgütlenme, işbölümü ve bunun sonucu, toplumun sınıflara bölünmesi ile
paramparça olmuştu. Yerine, devlet geçti.
*
Devletin, gentilice
örgütlenmenin yıkıntıları üzerinde yükselen başlıca üç biçimini, daha önce
ayrıntılı bir şekilde inceledik. Atina, en saf, en klasik biçimi gösterir:
Burada, üstünlük kazanan devlet, doğrudan doğruya bizzat gentilice
toplum içinde gelişen sınıfların uzlaşmaz-karşıtlıklarından doğar. Roma'da, gentilice
toplum, kendi dışında kalan ve haklardan yoksun, ama ödev üstüne ödev yüklenmiş
kalabalık bir pleb arasında, kapalı bir aristokrasi durumuna gelir; plebin
yengisi, eski gentilice örgütlenmeyi yıkar; bu örgütlenmenin yıkıntıları
üzerinde, gentilice aristokrasi ve plebin, içinde kısa zamanda tamamen
yok olacakları devleti yükseltir. Son olarak, Roma İmparatorluğu galipleri
Cermenlerde, devlet, doğrudan doğruya, gentilice örgütlenmenin egemenlik
kuramayacağı kadar geniş yabancı toprakların fethinden doğar. Ama, bu fethin,
eski nüfusla ciddi bir savaşıma bağlı olmadığı gibi, daha ileri bir işbölümüne
de bağlı bulunmaması yüzünden, mağluplarla fatihlerin iktisadi gelişme
aşamalarının hemen hemen aynı olması sonucu, toplumun iktisadi temelinin
değişmeden kalması yüzünden, gentilice örgütlenme, mark kuruluşu
(Markverfassung) içinde, değişmiş, ülkeye değgin (territoriale)
bir biçim altında, uzun yüzyıllar süresince varlığını koruyabilir, ve hatta
Dithmarschen'de olduğu gibi, yeni soylu ve patrisyen aileler, hatta köylü
aileler içinde, güçten düşmüş bir biçim altında, bir zaman için gençleşebilir.
Öyleyse devlet, topluma
dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel'in ileri sürdüğü gibi, "ahlak
fikrinin gerçekliği", "aklın imgesi ve gerçekliği" de değildir.
Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir
üründür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar
biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin
itirafıdır. Ama, karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların,
kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için,
görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, "düzen"
sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir;
işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu
güç, devlettir.
Devlet, eski gentilice
örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla
belirlenir. Gördüğümüz gibi, kan ilişkileriyle kurulmuş ve devam ettirilmiş
bulunan eski gentilice birlikler, büyük ölçüde üyelerinin belli bir
toprağa bağlı olmalarını gerektirdikleri halde, bu bağlar uzun zamandan beri
çözülüp yokoldukları için, yetersiz bir hale gelmişlerdi. Toprak olduğu yerde
duruyordu, ama insanlar hareketli duruma gelmişlerdi. Bu durumda, toprağın
bölgelere göre bölünüşü hareket noktası olarak alındı ve yurttaşlar gens ve
aşiret ayrımı yapılmaksızın, nerde yerleşmişlerse orda, kamusal hak ve
görevlerini yerine getirmeye bırakıldı. Devlet uyruklarının, ait oldukları yere
göre bu örgütlenmesi, bütün devletlerde ortak ve geçerlidir, Bundan dolayı bize
doğal görünür; ama, bu örgütlenmenin kan bağlarına göre eski örgütlenme yerine
geçebilmesinden önce, Atina ve Roma'da, ne kadar sert ve uzun boğuşmaların
gerektiğini gördük.
İkinci olarak, bizzat
silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan
bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur;
çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi
olanaksız duruma gelmiştir. Köleler de nüfusa dahil bulunuyorlar; 365.000 köle
karşısında, 90.000 Atina yurttaşı, ancak ayrıcalıklı bir sınıf oluşturur. Atina
demokrasisinin halk ordusu, boyunduruk altında tuttuğu kölelere karşı,
aristokratik bir kamu gücüydü; ama, yurttaşlara da sözgeçirebilmek için, daha
önce anlatmış bulunduğumuz gibi, bir jandarma kuvveti zorunlu oldu. Bu kamu
gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden
de, gentilice toplumun bilmediği hapisaneler ve her türlü ceza
kurumlarından da bileşir. Bu güç, sınıf karşıtlıklarının henüz gelişmemiş
bulunduğu toplumlarda ve ücra bölgelerde, hemen hemen yok denecek derecede
önemsiz olabilir; Amerika Birleşik Devletleri'nde bazan ve bazı yerlerde olduğu
gibi. Ama, devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş
devletler daha büyük ve daha kalabalık bir duruma geldiği ölçüde, onun da gücü
artırılır; — daha çok, sınıf savaşımları ve fetih rekabetinin, kamu gücünü,
bütün toplumu, hatta devleti yutmakla tehdit edecek derecede artırmış bulunduğu
bugünkü Avrupa'mızı düşünelim.
Bu kamu gücünü yaşatmak
için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir — vergiler. Bu
vergiler, gentilice toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi. Ama bugün vergiler
üzerinde enine boyuna konuşabiliyoruz. Uygarlığın ilerlemeleri ile, artık onlar
da yetmez; devlet, gelecek üzerine poliçe çeker, ödünç paralar alır. — devlet
borçları. Yaşlı Avrupa, bu nokta üzerinde de, nereye kadar gidileceğini
bilir.
Kamu gücünü ve vergileri
ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun
üzerinde yer alırlar. Gentilice örgütlenme organlarına gösterilen içten
gelme saygı, görevlilere karşı da bu saygının gösterildiğini varsaysak bile,
onlara yetmez; topluma yabancılaşan bir gücün dayanakları olarak, onların
otoritesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran
olağanüstü yasalarla, sağlama bağlamak gerekir. Uygar devletin en bayağı polis
memuru, gentilice toplumdaki bütün organizmaların birarada sahip
olduklarından çok "otorite" sahibidir; ama en güçlü prens, en büyük
devlet adamı, ya da uygarlığın en büyük askeri şefi, en küçük gentilice
şefin mazhar olduğu içten gelme ve sözgötürmez saygıyı kıskanabilir. Bunun
böyle oluşu, [bunlardan -ç.] birinin toplumun bağrında yaşarken, öbürünün,
toplumun dışında ve üstünde [olan -ç.] bir şeyi temsil etme durumunda
bulunmasındandır.
Devlet, sınıf
karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu
sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın,
iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen
sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve
sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki,
antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle
sahiplerinin devletiydi: tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri
boyunduruk altında tutmak için soyluların organı, ve modern temsili devletin
[de -ç.] ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi.
Bununla birlikte, istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya
çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak,
bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık [durumunu -ç.]
korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları soyluluk ile burjuvazi arasındaki
dengeyi böyle kurdu; birinci, ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu'nun
proletaryaya karşı burjuvaziyi, burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanan
Bonapartçılığı, bu sınıflar karşısındaki bağımsız durumunu böyle korudu. Bu
konuda, egemen olanlarla baskı altında tutulanların aynı derecede komik bir
figür oluşturdukları yeni örnek, Bismarck ulusunun yeni Alman İmparatorluğudur:
burada, terazinin bir kefesine kapitalistler, bir kefesine de emekçiler konmuş
ve ikisinin sırtından da, ahlaksız Prusyalı toprak ağalarına çıkar
sağlanmıştır.
Tarihin tanıdığı
devletlerin çoğunda, yurttaşlara verilen haklar, ayrıca servetlerine göre
değişmişlerdir; bu olgu, devletin, mülksüz sınıfa karşı korunmak için, bir mülk
sahibi sınıf örgütü olduğunu açıkça gösterir. Atina ve Roma'da, servete göre
kurulmuş sınıflar için, daha o zaman, durum buydu. Siyasal gücün, toprak
mülkiyetine göre, hiyerarşik olarak düzenlediği ortaçağ devletinde durum buydu.
Modern temsili devletlerde, seçimlere katılabilmek için belirli bir vergi
ödenmesinde (cens electoral) de durum budur. Bununla birlikte,
servet ayrımının bu siyasal kabulü, hiç de işin özü değildir. Tersine, bu,
devletin gelişmesinde aşağı bir dereceyi gösterir. Modern toplumsal
koşullarımız içinde gitgide kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen, ve
proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın, ancak kendi çerçevesinde
sonuna kadar götürülebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, [bu
-ç.] en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz.
Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir
biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika'nın klasik bir örnek sunduğu, memurların
düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi
altında; bu ittifak, devlet borçları ne kadar çok artar, ve hisse senetli şirketler,
yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin. kendisini de ellerinde ne kadar çok
toplar ve böylece borsada ne kadar merkezi bir durum kazanırlarsa, o kadar
kolay gerçekleşir. Amerika dışında, bunun çarpıcı bir örneğini yepyeni Fransız
Cumhuriyeti verir, ve namuslu İsviçre de, bu alanda geride kalmaz. Ama,
İngiltere bir yana, genel oy hakkının, Bismarck ya da Belichröder'den
hangisinin daha yüksek bir duruma yükselttiği belli olmayan yeni Alman
İmparatorluğu, hükümetle borsa arasındaki bu kardeşçe ittifak için, demokratik
bir cumhuriyetin [hiç de -ç.] zorunlu olmadığını kanıtlar. Ve kısacası, mülk
sahibi sınıf, doğrudan doğruya, bütün yurttaşlara tanınan genel oy hakkı
aracıyla hüküm sürer. Ezilen sınıf, yani gerçekte proletarya, kendi kendini kurtarmak
için yeteri kadar olgunlaşmadıkça, çoğunlukla, varolan toplumsal rejimi,
olanaklı tek rejim olarak düşünecek, ve siyasal bakımdan söylemek gerekirse,
kapitalist sınıfın kuyruğunu, onun aşırı sol kanadını oluşturacaktır. Ama,
kendi kendini kurtarmakta daha yetenekli bir duruma geldiği ölçüde, proletarya,
ayrı bir parti oluşturur, ve kapitalistlerin temsilcilerini değil, kendi öz
temsilcilerini seçer. Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu
ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok hiçbir şey
olamaz ve hiçbir zaman da olamayacaktır; ama bu kadarı da yeter. Genel oy hakkı
termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da,
kapitalistler gibi, ne yapmaları gerekiyorsa onu yapacaklardır.
Demek ki, devlet
düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan bir şey değildir. İşlerini onsuz
gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur.
Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir
iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna
getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk
olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme
aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar
kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde
ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet [de -ç.] kaçınılmaz bir
biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde
üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle
kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve
tunç baltanın yanına.
*
Öyleyse, buraya kadar
yaptığımız açıklamaya göre, uygarlık, işbölümü, işbölümü sonucu bireyler
arasında ortaya çıkan değişim, ve bu iki olguyu kapsayan meta üretiminin tam
olarak gelişerek, daha önceki toplumu altüst ettikleri toplumsal gelişme
aşamasıdır.
Toplumun geçmiş bütün
aşamalarında, üretim, her şeyden önce, ortaklaşa bir üretimdi; tıpkı tüketimin
de, azçok geniş komünist topluluklar içinde, ürünlerin doğrudan doğruya
üleşimiyle yapılmış olduğu gibi. Bu üretim ortaklığı çok dar sınırlar içinde
yeralıyordu, ama üreticilerin üretim süreci ve kendi ürünleri üzerindeki
egemenliklerini de olanaklı kılıyordu. Üreticiler, ürünün ne olduğunu bilirler:
ürünü tüketirler; ürün ellerinden çıkmaz; ve üretim bu temel üzerinde
yapıldıkça, üreticilerin denetiminden kurtulamaz; uygarlıkta hep ve kaçınılmaz
bir biçimde olduğu gibi, üreticilerin karşısına yabancı güçler umacasını
çıkartamaz.
Ama, işbölümü, yavaş
yavaş, bu üretim süreci içine sızar. Üretim ve sahibolma ortaklığının kuyusunu
kazar, bireysel sahibolmayı egemen kural durumuna yükseltir ve böylece,
bireyler arasındaki değişimin doğmasını sağlar, — bunun ne biçimde olduğunu,
daha önce inceledik. Yavaş yavaş, meta üretimi, egemen biçim durumuna gelir.
Meta üretimiyle, üretim,
artık kişisel tüketimi için değil, değişim için yapılır, ürünler, zorunlu olarak,
el değiştirirler. Üretici; değişimde, ürününü elden çıkarır; bundan ötürü,
artık onun ne olacağını bilmez. Paranın, ve parayla birlikte, üreticiler
arasında aracı olarak tüccarın işe karışmasıyla, değişim süreci daha karışık,
ürünlerin yazgısı daha belirli bir duruma gelir. Tüccarların sayısı çoktur, ve
onlardan hiçbiri, öbürünün ne yaptığım bilmez. Bundan böyle, metalar, yalnızca
elden ele geçmekle kalmazlar pazardan pazara da geçerler; üreticilerin,
üretimin bütünü üzerinde, kendi yaşama alanlarında yitirmiş bulundukları
egemenliği, tüccarlar elde edemedi. Ürünler ve üretim raslantıya bırakıldı.
Ama raslantı, bir bütünün
kutuplarından yalnızca biridir; bu bütünün öbür kutbuna zorunluluk denir.
Raslantının hüküm sürer gibi göründüğü doğada, her özel alanda, bu raslantı
içinde kendini kabul ettiren içkin zorunluluk ve içsel yasayı, uzun süreden
beri tanıtlamış bulunuyoruz. Ve doğa için doğru olan şey, toplum için daha az
doğru değildir. Bir toplumsal çalışım, bir dizi toplumsal olgu, insanların bilinçli
denetiminden ne kadar kurtulur ve onları
ne kadar aşarsa, o kadar rastlantıya bağlıymış gibi görünür, ve bu olguların
kendilerine özgü içsel yasaları, bu raslantı içinde, kendilerini o kadar doğal
bir zorunluluk gibi kabul ettirirler. Meta üretimi ve meta değişimindeki
raslantıları da, benzer yasalar yönetir; bu yasalar, tek tek üretici ve
değişimcilerin karşısında, ilk anda bilinmeyen ve özlükleri adamakıllı
incelenip, derinliğine anlaşılması gereken yabancı güçler olarak dikilirler. Meta
üretiminin bu iktisadi yasaları, bu üretim biçiminin çeşitli gelişme
derecelerine göre değişirler; ama, bütün uygarlık dönemi, bütünü ile, bu
yasalara bağımlı bulunur. Ve günümüzde de, ürün, üreticiye egemendir; günümüzde
toplam üretim, ortaklaşa hazırlanan bir plana göre değil, kendini, en sonunda
devirli ticari bunalımların, fırtınaları içinde doğal bir yıkım şiddetiyle
kabul ettiren yasalar tarafından düzenlenir.
Yukarda, üretimdeki
gelişmenin oldukça ilkel bir derecesinde, insan emek gücünün, üreticilerin
yaşaması için gerekli olandan daha çok ürün sağlamak bakımından yetenekli
duruma nasıl geldiğini, ve her şeyden önce, bu gelişme derecesinin; bireyler
arasında işbölümü ve değişimin ortaya çıktığı gelişme derecesiyle nasıl aynı
şey olduğunu görmüştük. Şu büyük "hakikat"i bulgulamak için pek uzun
bir zaman gerekmedi: İnsan da bir meta olabilir; eğer insan, köle durumuna
getirilirse, insan gücü, değişimi ve sömürülmesi olanaklı bir şey olur.
İnsanlar daha değişim başlar başlamaz, bizzat kendileri de değiştirilebilir
oldular. İnsanlar bunu istesin istemesin, aktif, pasif durumuna geldi.
Toplumun, bir sömüren, ve
bir de sömürülen sınıf biçimindeki ilk büyük bölünüşü, en yüksek gelişmesine
uygarlık çağında erişen kölelikle birlikte meydana geldi. Bu bölünüş, bütün
uygarlık dönemi boyunca, sürüp gitti. Kölelik, ilk sömürü biçimidir, antik
dünyaya özgü bir biçimdir; onun yerine, ortaçağda servaj (toprakbentlik),
modern zamanlarda da, ücretlilik (salariat) geçer. Bunlar, uygarlığın üç
büyük çağını belirleyen, üç büyük kölelik (servitude) biçimidir;
kölelik, önce açık, ve sonra da az gizli, uygarlığın bütün devirlerinde
varlığını sürdürür.
Uygarlığın kendisiyle
birlikte başladığı ticari üretim aşaması, iktisadi bakımdan: 1° paranın, ve
parayla birlikte, para-sermaye, faiz ve tefeciliğin; 2° üreticiler arasında
aracı sınıf olarak tüccarların; 3° özel toprak mülkiyeti ve ipoteğin; ve 4°
üretimin egemen biçimi olarak köle çalışmasının, [sahneye -ç.] girişiyle
belirlenir. Uygarlığa karşılık düşen ve uygarlıkla birlikte kesin olarak
kurulan aile biçimi, tek eşlilik, [yani -ç.] erkeğin kadın üzerinde üstünlüğü
ve toplumun iktisadi birimi olarak karı koca ailesidir. Uygar toplumun özeti,
bütün tipik dönemler içinde yalnızca egemen sınıfın devleti olan, ve her zaman,
her şeyden önce, ezilen, sömürülen sınıfı bağımlılık (sujétion) içinde
tutmaya yönelik bir makine olarak kalan, devlettir. Uygarlık için, aynı
biçimde, belirleyici olan iki şey de, bir yandan, bütün toplumsal işbölümünün
temeli olarak, kent ile köy arasındaki karşıtlığın artışı; öbür yandan, mülk
sahibine, hatta öldükten sonra bile mallarını istediği gibi kullanma olanağı
veren vasiyetnamelerin girişidir (kabul edilmesidir). Antikçağ gentilice
örgütlenmesine aykırı olan bu kurum, Solon çağına kadar, Atina'da bilinmiyordu;
Roma'da erkenden kabul edildi, ama hangi çağda olduğunu bilmiyoruz: Almanlarda,
namuslu Almanın mirasını kiliseye kolayca bırakabilmesi için,vasiyet kurumunu
sokanlar, rahipler olmuştur.
Bu örgütlenmeyi temel
olarak alan uygarlık, eski gentilice toplumun [yapmaya -ç.] hiçbir zaman
yetenekli olmadığı çok şeyler yaptı. Ama bunları, insandaki en iğrenç içgüdü ve
tutkuları harekete getirerek, ve bu iğrenç içgüdü ve tutkuları, insanın bütün
öbür yetenekleri zararına geliştirerek yaptı. Uygarlığın ruhu, ilk gününden
günümüze kadar, yalınkat bir açgözlülük oldu; onun tek ereği, zenginlik, gene
zenginlik, ve hep zenginliktir; ama toplumun zenginliği değil, şu bayağı
bireyin zenginliği. Her raslantı sonucu bilimin artan gelişmesi, ve çeşitli
dönemlerde, sanatın en gözkamaştırıcı çağları, uygarlık içinde görüldüyse bunun
tek nedeni, bilim ve sanat olmaksızın zamanımız zenginliklerinin tamamen elde
edilmesinin olanaklı olmamasıdır.
Uygarlığın temeli, bir
sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesi olduğundan, bütün gelişme,
sürekli bir çelişme içinde oluşur. Üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda,
ezilen sınıfın, yani büyük çoğunluğun durumunda bir gerileme belirtisidir.
Kimileri için bir iyilik olan şey, başkaları için kesenkes bir kötülüktür;
sınıflardan birindeki her yeni kurtuluş, öbür sınıf için yeni bir baskıdır.
Sonuçları bugün herkesçe bilinen makineli üretimin ortaya çıkışı, bunun en
çarpıcı kanıtını verir. Ve, gördüğümüz gibi, haklarla ödevler arasındaki ayrım,
Barbarlarda henüz belli belirsiz olduğu halde, uygarlık, sınıflardan birine
hemen hemen bütün hakları, öbürüne ise, tersine, hemen hemen bütün ödevleri
vererek, ikisi arasın da varolan ayrım ve karşıtlığı, hatta en yeteneksiz
birine bile açıkça gösterir.
Ama olması gereken bu
değildir. Egemen sınıf için iyi olan şey, egemen sınıfın kendisiyle
özdeşleştiği bütün toplum için de iyi olmalıdır. Öyleyse, uygarlık ilerledikçe,
kaçınılmaz bir sonuç olarak meydana getirdiği kötülükleri, iyilikseverlik
örtüsüyle örtmek, telleyip pullamak, ya da yadsımak, uzun sözün kısası, ne
geçmiş toplum biçimlerinde, hatta ne de uygarlığın ilk aşamalarında bilinen danışıklı
bir ikiyüzlülüğe bürünmek zorundadır; bu ikiyüzlülük, en aşırı derecesini, son
olarak, şu olumlamada bulur: Ezilen sınıf, işverenler sınıfı tarafından,
yalnızca sömürülen sınıf yararına sömürülmektedir; eğer sömürülen sınıf bundan
hoşlanmaz ve hatta direnmeye dek de giderse, velinimetlerine, sömürücülerine
karşı, nankörlüklerin en katmerlisi olur bu.