26 Aralık 2013 Perşembe

Yeterli düzeyde ücret, insanca yaşayabilme olanağı!

Asgari ücretin belirlenmesi ile ilgili olarak bir kez daha işçileri ve emekçileri açlığa, yoksulluğa mahkum eden bir süreç yaşanıyor.
Asgari ücret bizzat yönetici makamlar tarafından belirlendiği gibi; işçilere günlük 8 saat ve 5 çalışma günü için haftalık 40 saate karşılık ödenen ve işçi ile eşinin ve üç veya beş çocuğunun yeterli beslenme, sağlıklı konut, giyim, aydınlatma ve ısıtma, ulaşım, çağdaş düzeyde sağlık servisi, eğitim, kültür, dinlenme, eğlence ve benzeri temel gereksinmelerini geçerli fiyatlar üzerinden karşılamaya yetecek miktarda olması gereken ücrettir. Günlük 8 saati veya haftalık 5 günü aşan süreler için ise ek mesai ödenmesi zorunludur. 
Bu kıstaslar dikkate alınarak yine bizzat “Devlet Planlama Örgütü” tarafından hazırlanan veriler dikkate alınması gerekmektedir. Yönetici makamların kendi kontrollerindeki kurumların hazırladığı verilere göre: Hane halkı çalışan sayısı ortalama 1.03, hane içi yaşayan sayısı ise ortalama 2.82’dir. Bunun anlamı 1.03 kişinin alacağı en düşük aylık maaş, en az 2.82 kişinin yaşamlarını sürdürebilmek için bir aylık minimum giderlerini karşılaması gerekmektedir. Yine aynı kurumun hazırladığı fiyat verilerine göre bu rakamların sonucunda ortaya çıkan olması gereken en düşük asgari ücret tüm kesintilerden sonra 1900 ile 2000 TL arasındadır. 
Bu arada şunu belirtmek gerekmektedir ki; Devlet Planlama Örgütü tarafından en son açıklanan veriler Ekim 2011’e kadardır. Ve yine aynı kurum tarafından yapılan açıklamalara göre son bir yıllık enflasyon % 10 civarındadır. Buna göre bir önceki yıl belirlenen 1415 TL’ye en az %10’luk bir artış yapılmalıdır. Ancak bir önceki yıl belirlenen 1415 TL, tüm verilere ters olan ve asgari ücrete çalıştırılan onbinlerce işçiyi açlığa mahkum eden bir rakamdır. 
Geçmiş UBP Hükümeti döneminde hızla yoksullaşan işçiler, son beş aylık CTP-DP Hükümeti döneminde peş peşe yapılan zamlarla daha da kötü yaşam koşullarına mahkum edilmektedir.
Ekonomik yaşamın belirlenmesi için kullanılan veriler günümüz teknik olanakları da dikkate alındığında çok hızlı bir şekilde güncellenebilmeli ve işçilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için almaları gereken en düşük ücret olan asgari ücret olması gereken düzeye yükseltilmelidir.
İşçilerin kendi örgütleri olan sendikalarda örgütlü olmayışları ve bu yönde gerekli baskıyı oluşturamamaları ortaya çıkan bu tablonun en önemli nedenlerindendir. Sermaye kesimleri kendi aralarındaki rekabete rağmen bir çok farklı örgütlenme ile işçileri daha ağır sömürüye mahkum ederek daha da zenginleşmek için güç birliği yapmaktadırlar. İşçilerin kendi sendikalarında örgütlenerek haklarını aramaları karşısında ise her türlü baskıyı uygulamaktadırlar. İşçiler, emekçiler olarak kendi yaşamlarımızı hak ettiğimiz gibi insanca sürdürebilmek için tüm baskılara rağmen örgütlenmeli ve güçlerimizi birleştirmeliyiz.
Bizler biliyoruz ki hiç bir sömüren bize kendi eliyle daha iyi bir yaşam sunmayacaktır!
Yeterli düzeyde ücret, insanca yaşayabilme olanağı ancak biz örgütlenerek güçlerimizi birleştirirsek mümkün olacak!
Ancak bizler kendi yaşamlarımıza sahip çıkarsak ve sömürenlerin karşısına birlikte dikilirsek insanca bir yaşamı kurmak mümkün olacak!
Daha iyi bir yaşam için sendikalarda örgütlenelim, gücümüzü sömürünün karşısına dikelim!

18 Kasım 2013 Pazartesi

Kıbrıs sorunu ve süreç üzerine



Ülkemizin en temel sorunlarından birisi olan, dahası bir çok problemin da kaynağı olan Kıbrıs sorunu uzun yıllardır gündemdeki yerini koruyor. Dönem dönem gündemin arka sıralarına itilse de günün sonunda bir çok sorunun ele alınması dönüp dolaşıp yine Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirilmek durumunda kalınıyor. Sorununu yaratan etkenlerdeki yaşanan değişiklikler bir kez daha Kıbrıs sorununu gündemin ön sıralarına taşımaya başlamış durumda. Yaşanan gelişmeler doğrultusunda Kıbrıs sorununun  çözümü ile ilgili ortaya konan görüşleri bir kez daha değerlendirmek ve kendi duruşumuzu netleştirmek gerekliliği kendini dayatıyor. Sorunun etkenlerinin bugün için geldiği nokta, buna bağlı olarak ortaya atılan yeni “çözüm” modelleri, gerçek anlamda bir çözüm ile sorunu çözmeyen kısmi anlaşmalar arasındaki fark ve bu olası anlaşmalar karşısında alınması gereken tavırları bir kez daha ele almak durumundayız. Ülkede siyasal bir aktör olmaya çalışan bizler açısından bunu yapmak, duruşumuzu netleştirmek bakımından hem bir gereklilik hem de buna bağlı olarak önümüzdeki süreçte mücadeleye ne şekilde yön vermeye çalışmamız gerektiğini saptayabilmek için de önemli bir zorunluluk.

Sorunun çözümünden ne anlıyoruz?
Devrimci Komünist Birlik olarak Kıbrıs sorununu tanımlayışımızı daha önce ortaya koymuştuk. Kısaca yeniden özetleycek olursak; Kıbrıs sorunu Kıbrıs’ta yaşayan farklı toplumların, bu toplumlar arasındaki farklılıkları kullanarak hem toplumları hem de ülkemizi bölen, bölmekle de kalmayıp planlı bir şekilde işgal eden ve iradesini, bağımsızlığını gaspeden yerli işbirlikçileri ile birlikte yabancı emperyalist güçleri ülkemizden kovması ve kendi kendini yöneteceği bir yapının kurulması sorunudur. Yani bizler açısından temel sorun bu güçler tarafından toplumlar arasında yaratılan çatışmalar ve katliamlara bağlı ortaya çıkan güvensizlik vb alt sorunlar değil, bu sorunları yaratan ve sürdürülmesini sağlayan iç ve dış emperyalist güçlerin ülkeden kovulmasıdır. Bu yapıldığı koşullarda Kıbrıs’ta yaşayan farklı din, dil, ırklardan topluluklar arasında güvenin yeniden sağlanması ve Kıbrıs sorunu yaratılmadan önce olduğu gibi ülkedeki toplumların yeniden kardeşleşmesi sağlanabilir. Aksi takdirde sorunu yaratan etkenler ortadan kalkmayacağı, yani dış emperyalist güçlerin ülke üzerindeki etkileri kırılmadığı için, toplumlar arasında güven sağlanmasına yardımcı olacak koşullar yaratılmasına olanak yaratılamayacak ve dahası bu güçlerin çıkarları gerektirdiği durumlarda yeni çatışmalar için her zaman zemin hazırlanabilecektir.

Böylesi bir çözümün elde edilebilmesi için izlenebilecek yol ise bize göre son derece nettir. Eğer amaç gerçek anlamda kalıcı bir çözüme ulaşmak ise, yapılması gereken öncelikle ülkenin kendi dinamiklerine dayanan bir mücadelenin örülmesi ve bununla birlikte başta bölgesel çapta olmak üzere dünyadaki tüm ilerici, demokrat kesimlerle yabancı emperyalist güçlere karşı dayanışma içerisinde birlikte hareket alanları yaratılmasıdır.

Ülkenin kendi iç dinamiklerinden kastımız ise tabi ki bölünmüş her iki coğrafyayı da ve farklı dil, din, ırka sahip tüm toplulukları da kapsayan, başta işçi emekçiller olmak üzere, emperyalizm tarafından yaratılan mevcut yapıdan menfaat sağlama çabası içerisinde, onun devamından yana olmayan tüm kesimlerdir. Bazı çevreler özellikle kuzeydeki Kıbrıslı Türk sermaye kesimlerin de Türkiye işgali ile yok edilmeye çalışıldığını ve mücadelenin bu kesimleri da içermesi gerektiğini belirtiyorlar. Biz Kıbrıs sorununun yukarıda bahsettiğimiz çerçevede, yani emperyalizmin ülke üzerindeki bölücü ve sömürücü etkisini kıracak, toplumlar arasında güven ve kardeşleşme sağlayacak şekilde gerçek anlamda çözülmesini destekleyen her bir unsurun mücadeleye dahil edilmesinden yanayız. Bu bağlamda mücadeleye katkı koyacak sermaye çevreleri de varsa onları seve seve aramıza kabul ederiz. Ancak şu da bir gerçektir ki sadece kuzeyde de değil, hem kuzeyde hem de güneydeki sermaye çevrelerinin çok büyük bir bölümü zenginliklerini ülkenin mevcut bölünmüş ve emperyalizmin hegemonyasını kurduğu yapıya borçludurlar. Mevcut yapı bugün onlar arasından da bir çoğunu ezmeye başmamış olsa bile, büyük bir bölümü buna rağmen mevcut yapıdan kopmayı göze alamamaktadırlar. Dahası onları da ezen mevcut yapıyı, Kıbrıs sorununu çözecek olan ve halkın kendi kendini yöneteceği bağımsız bir yapıya tercih etmektedirler. Çünkü halkın kendi kendini yöneteceği yapıda küçük bir azınlık olan bu kesimin değil, geniş işçi, emekçi halk kitlelerinin iradesi belirleyici olacaktır. Buna rağmen geniş bir kesim olarak olmasa da bu kesimler içerisinden bireysel olarak, demokrat, aydın yapılarından dolayı mücadeleye katılacak kişiler olduğu da bir gerçektir. Ve sayıları az da olsa bu kişilerin mücadeleye katkı koymaları önemlidir. Yani bizler bu kesimlerin mücadeleye katılmasına karşı değiliz, ancak mücadelenin dayanacağı temel unsurların ülkedeki başta işçi, emekçiler ve bir oranda da memurlar, küçük esnaflar, küçük köylü üreticiler gibi mevcut yapıdan kopmayı göze alabilecek kesimler olması gerektiğini de net bir şekilde ortaya koymaktan çekinmiyoruz.

Böylesi bir mücadele sonucunda elde edilecek çözüm, direkt olarak sosyalist bir düzenin kurulmasını getirmeyecektir. Burada söz konusu olan ülkenin bağımsızlığını kazanarak emperyalist hegemonyadan kurtarılması ve halkın kendi kendini yönettiği demokratik bir düzenin inşa edilmesidir. Bu yeni düzende üretim ilişkileri o günkü ülke, bölge ve dünya koşullarına bağı şekillenecektir. Kapitalist ilişkilerin ne ölçüde sürdürüleceği, gerek ülkenin iç dinamiklerine, yani işçi sınıfının örgütlülüğü ve gücüne, gerekse de bölge ve dünyadaki devrimci güçlerin etkisine bağlı olacaktır. Ülke işçi sınıfı örgütlü ve güçlü olduğu, bölge ve dünyadaki devrimci güçler etkili konumlanışlar aldıkları ölçüde, yeni kurulacak düzen sosyalizmin inşasına doğru evrilecek, tersi koşullarda ise kapitalist ilişilerin etkisi daha hissedilir olmak durumunda kalınacaktır. İşte bu nedenle Kıbrıs sorunu bağlamındaki mücadelenin kapsamı onu enternasyonal bir boyutta ele almamızı dayatmaktadır. Çünkü hem mücadeleyi zafere taşıyabilmek, hem de kazanılacak zaferi koruyabilmek ve ileriye taşıyabilmek için, diğer birçok ülkeden çok daha fazla uluslararası dayanışma ve desteğe ihtiyaç duymaktayız.

Burjuva anlaşmalara karşı duruşumuz ne?
Bu noktada şunu belirtmekte fayda var; biz böylesi bir mücade yolunun gidilebilecek en zor ve çetrefilli yol, ancak gerçek bir çözümü elde edebileceğimiz tek mücadele seçeneği olduğunun farkındayız. Bizler gerçekçi siyasetler üretmeye çalışmaktayız. Sorunun etkenlerine bakıldığına bu sorunu ortadan kaldırabilecek daha farklı bir seçenek görünmemektedir. Örneğin TC işgalini ortadan kaldırmak için başka bazı büyük güçlerden destek alınması bazı kesimlere göre bir seçenek gibi görünebilir, ancak gerek TC işgalinin ortadan kalkması mümkün olması durumunda sorunun çözülmeyecek oluşu, gerekse de TC işgalinin devamlılığını sağlayan emperyalist yapılanmaların durumu nedeniyle işgalin bu yolla ortadan kaldırılamayack oluşu görülebilmektedir. Böylesi bir durumda gerçekçi olan seçeneğin bizlerin önerdiği, gerçekçi olmayanın ise emperyalist güçler arasındaki “çelişkileri kullanma” ya da “önce mümkün olanı elde etme” adı altında sorunun devamlılığına istemeden de olsa katkı koymak olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Biz şuan ülkemiz üzerinde hegemonya sahibi emperyalist güçler tarafından oluşturularak dayatılacak bir anlaşmaya peşinen karşı değiliz. Böylesi anlaşmaların sorunu çözemeyeceğini, ancak sorunu yeni koşullara uyarlamak ve söz konusu güçlerin çıkarlarını korumak için yapılacak yeni düzenlemeler olacağını biliriz ve bunu halkımızın görebilmesi için elimizden gelen tüm çabayı ortaya koyarız. Olası bu tip bir anlaşmaya, eğer mevcut yapıyı mücadelenin daha güçlü bir şekilde verilebilmesine olanak yaratacak şekilde değiştirecekse ve günün sonunda bu güçlerin hegemonyasının kırılmasını kolaylaştıracaksa elbette karşı çıkmayız. Ancak söz konusu güçlerin bunu göremeyecek kadar saf olmadıklarını ve sırf böylesi bir şeye yol açmamak için dahi mevcut yapıyı mücadele açısından daha uygun hale getirmeyeceklerini bilebilecek kadar öngörü sahibiyiz.

Kıbrıs sorununda gelinen yeni süreç ve anlaşma modelleri
Biz emperyalist güçler tarafından hazırlanarak dayatılacak bir anlaşmanın ancak üç olasılıkta mümkün olabileceğini söylüyoruz. Birinci olasılık; kendi aralarındaki hegemonya kavgalarından kaynaklanan çelişkilere sahip olan bu güçler arası dengelerde meydana gelecek bir değişikliğe bağlı yeni bir düzenleme yapma zorunluluğudur. Böylesi bir durumda yapılacak olan yeni düzenleme Kıbrıs halkının çıkarları gözetilerek değil, güçlü olan emperyalistlerin ülke üzerinde daha çok hegemonyaya sahip olmasını sağlayarak gerçekleşecektir. İkinci olasılık; uzun bir süredir bilinen ve son dönemde açıkça dillendirilen bölgedeki yeraltı kaynaklarının söz konusu güçler yararına  daha güvenli ve karlı bir şekilde sömürülebilmesini sağlamak için yapılacak yeni düzenlemedir. Bu olasılık giderek aratan bir olgudur. Ve önümüzdeki yakın dönemde böylesi bir düzenlemeyi içerecek bir baskın anlaşma olma ihtimali kuvvetlidir. Bu olasılığın da Kıbrıs sorununu çözmesi mümkün değildir, dahası böylesi bir gelişme sorunun gerçek anlmada çözümünü daha da zorlaştırması söz konusudur. Çünkü bu durumda emperyalist güçler çok daha güçlü bir şekilde ülkemize yerleşecekler ve en azından ülkemiz etrafındaki kaynaklar tükenene kadar da gitmeye niyet etmeyeceklerdir. Dahası benzer kaynaklara sahip diğer coğrafyalarda yaşananlara bakacak olursak, emperyalist güçlerin söz konusu kaynakları sömürmelerini maskeleyecek yeni karışıklıklar yapmaları, yani sorunu çözmek anlamında daha olumlu bir noktaya taşımak yerine yeni çatışmalarla daha da kötü bir pozisyona getirmeleri kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde bu bağlamda bir anlaşma olasılığına karşı net bir duruş sergilemek ve halkımızın da böylesi bir anlaşmaya karşı çıkması için seferber olmak durumundayız. Buna bağlı ortaya çıkan üçüncü olasılık ise işçi, emekçi kitlelerin örgütlülüğüne dayanan bir halk hareketinin emperyalist dayatmalara karşı çıkması ve halkın kendi kendini yöneteceği, emperyalist hegemonyanın kırılacağı  gerçek anlamda bir çözümü hayata geçirme olasılığının ortaya çıkması durumunda emperyalist güçlerin halk hareketinin önünü kesmek için ortaya daha halktan yana görünen farklı bir anlaşma modelini atmasıdır. Böylesi bir anlaşma modeli sorunu çözmeyecek, sadece halkın örgütlü gücünü geriletip dağıtmayı amaçlayacaktır. Ve bunu başardığı oranda bir kez daha benzer bir gücün oluşmasını engellemek için çok daha ağır yeni sorunlar yaratılacaktır. Böylesi bir durumda bizler örgütlü halk hareketi ile birlikte emperyalist oyunları görmeyi ve mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi becerebilmeliyiz.

Halkın örgütlü mücadelesi ile ortaya çıkarılacak kendi çözümümüz dışında olası tüm seçenekler sorunu çözmek bir yana, daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekten başka bir sonuca yaramaycağı açıktır. Tüm bunlar bize tek seçeneğin halkın örgütlü gücüne dayanmak ve ülkemiz üzerindeki emperyalist hegemonyayı dağıtmak amacıyla mücadeleyi enternasyonal bir şekilde büyütmek olduğunu göstermektedir.

Devrimci Komünist Birlik olarak önümüzdeki süreçte tüm gücümüzle olası emperyalist dayatmalara ve aldatmacalara karşı kararlı bir şekilde durmak ve tüm işçi, emekçi halk kitlelerinin örgütlülüklerini artırmaları ile birlikte mücadeleyi yükseltmek durumundayız.

18 Ekim 2013 Cuma

Ekim Devrimi’nin 96. yılında Sovyetlerin izinde!


Ekim Devrimi’nin 96. yılına yaklaştığımız bu günlerde Sovyetler Birliği’nin önderlerinden J. V. Stalin’in 6-7 Kasım 1927’de, Bolşeviklerin gazetesi Pravda’da yayınlanan “Ekim'in onuncu yıldönümü dolayısıyla” başlıklı yazısını tekrardan okumak gerekiyor.

Stalin bu yazısında Sovyetler Birliği’nin tüm dünya işçi sınıfı ve onun sosyalist devrimi için önemini ortaya koyarken şöyle diyordu:

“Bugün artık dünyanın emekçi kitlelerini karanlıkta el yordamıyla dolaşan ve perspektiften yoksun "kör bir kalabalık" olarak görmek mümkün değildir, çünkü Ekim Devrimi, onlar için, yollarını aydınlatan ve perspektifler veren bir fener dikmiştir. Eskiden ezilen sınıfların dileklerini ve isteklerini açığa vurmak ve gerçekleştirmek için açık, evrensel bir forum olmamışsa, bugün bu forum ilk proletarya diktatörlüğünün şahsında vardır. Bu forumun yok edilmesinin, "ileri ülkelerin" toplumsal ve siyasi yaşantısını uzun bir süre için dizginsiz, kara bir gericiliğin karanlıklarına daldıracağından hiç kuşku duyulamaz. "Bolşevik devlet"in salt varlığı olgusunun, gericiliğin karanlık güçlerine gem vurduğu ve ezilen sınıfların kurtuluşları için mücadeleyi kolaylaştırdığı yadsınamaz.”

Stalin henüz daha hayattayken Sovyetler Birliği’nde güç kazanmaya başlayan revizyonistler, Stalin’in tüm karşı mücadelesine rağmen onun ölümü ile birlikte daha da güç kazandılar ve iktidarı tamamen ele geçirdiler. Stalin sonrasında Sovyetler Birliği’nde 40 yıla yakın bir süre “komünizme geçiş” kandırmacası ile uygulanan kapitalizmin resterasyonu, 1990’a gelindiğinde çöküşü getirdi. Bugün ne yazık ki dünya halklarının ve komünistlerin Sovyetler gibi bir yolumuzu aydınlatan perspektifler veren bir feneri ve evrensel formu yok. Ve Stalin’in belirttiği gibi bu formun yok edildiği günümüz koşullarında kara bir gericiliğe dalmış bulunuyoruz. Bu kara gericiliği dağıtacak olan ve yeni fenerler, yeni evrensel formlar yaratacak olan hiç kuşkusuz ki Marksizm-Leninizmin kılavuzluğunda ve Sovyetler Birliği’nden elde edilen muazzam deneyimlerle yürütülecek mücadeledir.

Sovyetler Birliği çökertilmiş ve gerici karanlık etrafı sarmış olabilir, ancak Stalin’in söyledikleri hala daha geçerlidir; “Kapitalizmin "istikrar" çağı geçmiştir, onunla birlikte burjuva  düzeninin sarsılmazlığı efsanesi de.” Bugün yaşanan krizler ve dünyanın dört bir yanında yükselen mücadeleler bunun en iyi ıspatıdır!



EKİM DEVRİMİ'NİN ULUSLARARASI KARAKTERİ

J. V. STALİN

Ekim'in onuncu yıldönümü dolayısıyla

Ekim Devrimi salt "ulusal çerçevede" bir devrim değildir. O herşeyden önce uluslararası çapta, dünya çapında öneme sahip bir devrimdir, çünkü o dünya insanlık tarihinde eski kapitalist dünyadan yeni sosyalist dünyaya doğru temel bir dönemeç demektir.

Eskiden devrimler genellikle devletin dümenindeki bir sömürücüler grubunun yerini bir başka sömürücüler grubunun almasıyla sonuçlanırdı. Sömürücüler değişirdi, sömürü kalırdı. Kölelerin kurtuluş hareketleri döneminde böyle oldu. İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da bilinen "büyük" devrimler döneminde böyle oldu. Proletaryanın, tarihi kapitalizme karşı çevirmek amacını taşıyan onurlu, kahraman ama yine de başarısız kalan ilk girişimi olan Paris Komünü'nden söz etmiyorum.

Ekim Devrimi bu devrimlerden ilkesinde ayrılmaktadır. O kendine amaç olarak, bir sömürü biçiminin yerine bir başka sömürü biçimini, bir sömürücüler grubunun yerine bir başka sömürücüler grubunu geçirmeyi değil, insanın insan tarafından her türlü sömürülmesini ortadan kaldırmayı, kim olursa olsun bütün sömürücü grupları ortadan kaldırmayı, proletaryanın diktatörlüğünü kurmayı, bugüne dek var olan bütün ezilen sınıflar arasında en devrimci sınıfın iktidarını kurmayı, yeni bir toplum, sınıfsız, sosyalist toplumu örgütlemeyi almaktadır.

İşte bu yüzden Ekim Devrimi'nin zaferi, insanlık tarihinde köklü bir dönemeci, dünya kapitalizminin tarihsel kaderinde köklü bir dönemeci, dünya proletaryasının kurtuluş hareketinde köklü bir dönemeci, bütün dünyanın sömürülen yığınlarının mücadele yöntemlerinde ve örgütlenme biçimlerinde, yaşam tarzı ve geleneklerinde, kültür ve ideolojisinde köklü bir dönemeci kaydetmektedir.

Ekim Devrimi'nin uluslararası çapta, dünya çapında öneme sahip bir devrim olmasının nedeni budur.

Bütün ülkelerin ezilen sınıflarının, kendisinde kurtuluşlarının güvencesini gördükleri Ekim Devrimi'ne karşı besledikleri derin sempatinin kaynağı da burada yatar.

Ekim Devrimi'nin, bütün dünyadaki devrimci hareketin gelişmesi üzerinde etkide bulunduğu bir dizi temel sorun sayılabilir.

1— Ekim Devrimi herşeyden önce, dünya emperyalizmi cephesini yarmış, en büyük kapitalist ülkelerden birinde emperyalist burjuvaziyi devirmiş ve sosyalist proletaryayı iktidara getirmiş olmasıyla önemlidir.

Ücretli köleler sınıfı, mazlumlar sınıfı, ezilenler ve sömürülenler sınıfı insanlık tarihinde ilk kez egemen bir sınıf durumuna yükseldi, ve onların bu örneği tüm ülkelerin proletaryasını bulaşıcı bir hastalık gibi etkiliyor.

Bu, Ekim Devrimi yeni bir çağ, emperyalizmin ülkelerinde proleter devrimleri çağını başlattı demektir.

O üretim araçlarını ve aletleri; büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin elinden aldı ve toplumsal mülkiyete dönüştürdü, ve böylece burjuva mülkiyete karşı sosyalist mülkiyeti getirdi. Bunu yapmakla, burjuva mülkiyetinin dokunulmaz, kutsal ve sonsuz olduğu şeklindeki kapitalistlerin yalanını ortaya çıkardı.

O, iktidarı burjuvaziden kopardı, burjuvaziyi siyasi haklardan yoksun kıldı, burjuva devlet aygıtını parçaladı ve iktidarı Sovyetlere geçirdi; böylece burjuva parlamentarizminin, kapitalist demokrasinin karşısına, Sovyetlerin sosyalist iktidarını, proleter demokrasiyi çıkardı. Lafargue daha 1887'de, devrimin ertesi günü "bütün eski kapitalistler seçim hakkından yoksun kılınacaklardır" derken haklıydı. Ekim Devrimi bunu gerçekleştirerek, şimdi burjuva parlamentarizmi yoluyla sosyalizme barışçıl geçişin mümkün olduğu şeklindeki sosyal-demokrat yalanı ortaya çıkardı. Ama Ekim Devrimi burada durmadı ve duramazdı da. Eskiyi, burjuva düzenini yıktıktan sonra, yeniyi, sosyalist düzeni kurmaya koyuldu. Ekim Devrimi'nin on yılı, Parti'nin, sendikaların, Sovyetlerin, kooperatiflerin, kültür örgütlerinin, ulaşımın, sanayiin, Kızıl Ordu'nun inşasının on yılıdır. Sosyalizmin SSCB'de inşa alanındaki tartışılmaz başarıları, proletaryanın ülkeyi burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı başarıyla yönetebileceğini, sanayii burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı başarıyla inşa edebileceğini, tüm ülke iktisadını burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı başarıyla yönetebileceğini, kapitalist kuşatmaya rağmen sosyalizmi başarıyla inşa edebileceğini açıkça göstermiştir. Başın ve vücudun diğer bölümlerinin mide olmadan yapamayacakları gibi, sömürülenlerin de sömürücüler olmaksızın yapamayacaklarını söyleyen eski "teori" sadece antik çağın ünlü Romalı senatörü Menenius Agrippa'ya ait değildir. Bu "teori", şimdi genel olarak sosyal-demokrasinin siyasi "felsefesi"nin, özel olarak da sosyal-demokratların emperyalist burjuvaziyle koalisyon politikasının köşe taşını oluşturmaktadır. Bir önyargı niteliğine bürünen bu "teori", bugün kapitalist ülkeler proletaryasının devrimcileşmesinin önündeki en ciddi engellerden biri durumundadır. Ekim Devrimi'nin en önemli sonuçlarından biri, onun bu yalancı "teori"ye ölümcül bir darbe indirmiş olmasıdır.

Ekim Devrimi'nin bu ve buna benzer sonuçlarının, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının devrimci hareketine ciddi bir etki yapmadan kalamadıklarını ve kalamayacaklarını kanıtlamaya hâlâ gerek var mı?

Kapitalist ülkelerde komünizmin sürekli ilerleyişi, bütün ülkelerin proleterlerinin SSCB işçi sınıfına olan sempatilerinin artması, nihayet işçi delegasyonlarının Sovyetler ülkesine akışı gibi bütün dünyaca bilinen olgular, Ekim Devrimi'nin serptiği tohumun şimdiden ürün vermeye başladığını kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde göstermektedir.

2— Ekim Devrimi emperyalizmi yalnızca egemenlik merkezlerinde, yalnızca "anavatan"larda sarsmadı. O aynı zamanda emperyalizmin cephe gerisine, çevresine de bir darbe vurdu ve emperyalizmin sömürge ve bağımlı ülkelerdeki egemenliğini sarstı.

Büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri deviren Ekim Devrimi, ulusal ve sömürgesel baskı zincirlerini parçaladı ve kocaman bir devletin istisnasız bütün ezilen halklarını bu baskıdan kurtardı. Proletarya, ezilen halkları kurtarmaksızın kendini kurtaramaz. Ekim Devrimi'nin karakteristik özelliklerinden biri, Sovyetler Birliği'nde bu ulusal ve sömürgesel devrimleri, ulusal kin ve uluslararasında çatışmalar bayrağı altında değil, tam tersine Sovyetler Birliği'ndeki milliyetlerden işçilerin ve köylülerin karşılıklı güveni ve kardeşçe yakınlaşması bayrağı altında, milliyetçilik adına değil, enternasyonalizm adına yapmış olmasıdır.

Tam da bizim ülkemizde ulusal ve sömürgesel devrimler proletaryanın önderliğinde ve enternasyonalizm bayrağı altında gerçekleşmiş olduğu için, tam da bu yüzden, parya halklar, köle halklar, verdikleri örnekle bütün dünyanın ezilen halklarını kazanarak, insanlık tarihinde ilk kez gerçekten özgür ve gerçekten eşit halklar durumuna yükselmişlerdir.

Bu, Ekim Devrimi yeni bir çağı, dünyanın ezilen ülkelerinde proletaryayla ittifak içinde, proletaryanın önderliğinde sömürgesel devrimler çağını başlattı demektir.

Eskiden, fi tarihinden beri, dünyanın adi ve üstün ırklara, renkliler ve beyazlara bölündüğü, birincilerin uygarlığa uymayan ve sömürülmeye mahkûm, ikincilerin ise uygarlığın tek taşıyıcısı ve birincileri sömürmekle görevli oldukları "kabul edilirdi". Şiimdi bu efsane yıkılmış ve bir kenara atılmış olarak görülmelidir. Ekim Devrimi'nin en önemli sonuçlarından biri, gerçekte, Sovyetik gelişme yoluna girmiş Avrupalı olmayan kurtulmuş halkların, gerçekten ileri bir kültür ve gerçekten ileri bir uygarlığı geliştirmede Avrupalı halklar kadar yetenekli olduğunu pratikte göstererek, bu efsaneye öldürücü bir darbe indirmiş olmasıdır.

Eskiden, ezilen ulusların kurtuluşunun tek yönteminin burjuva milliyetçiliği yöntemi olduğu, ulusların birbirinden ayrılması yöntemi, onların aralarını bozma, çeşitli ulusların emekçi yığınları arasındaki ulusal düşmanlığı güçlendirme yöntemi olduğuna inanmak "olağan"dı. Şiimdi bu efsaneyi yalanlanmış olarak görmek gerekir. Ekim Devrimi'nin en önemli sonuçlarından biri, gerçekte, ezilen halkların özgürlüğe kavuşmasında proleterce, enternasyonalist yöntemi tek doğru yöntem olarak görmenin olanaklı ve amaca uygun olduğunu pratikte göstererek, en değişik halklardan işçilerin ve köylülerin kardeşçe birliğinin gönüllülük ve enternasyonalizm temelinde mümkün ve amaca uygun olduğunu pratikte göstererek, bu efsaneye ölümcül bir darbe indirmiş olmasıdır. Tüm ülkelerin emekçilerinin gelecekteki yekpare dünya ekonomisi içinde birleşmesinin örneği olan Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği'nin varlığı, kaçınılmaz olarak bunun doğrudan kanıtı olarak görülmelidir.

Söylemeye gerek yok ki, Ekim Devrimi'nin bu ve benzer sonuçları sömürge ve bağımlı ülkelerdeki devrimci hareket üzerinde ciddi bir etki yapmadan kalamazdı ve kalamaz. Çin'de, Endonezya'da, Hindistan'da vb. ezilen halkların devrimci hareketinin gelişmesi ve bu halkların SSCB'ye olan sempatilerinin artması gibi olgular, bunun kesin kanıtlarıdır.

Sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin tam bir rahatlıkla sömürülebildiği ve ezilebildiği çağ geçmiştir.

Sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde kurtuluş devrimi çağı, bu ülkeler proletaryasının uyanış çağı, devrimde hegemonyası çağı başlamıştır.

3— Emperyalizmin merkezlerinde olduğu gibi cephe gerisinde de devrim tohumunu serpen, "anavatan"larda emperyalizmin iktidarını zayıflatan ve sömürgelerdeki egemenliğini sarsan Ekim Devrimi, bunları yapmakla dünya kapitalizminin tümünün varlığını soru işareti haline getirmiştir.

Emperyalizm koşulları altında, kapitalizmin kendiliğinden gelişmesi — bu gelişmenin eşit olmaması sonucu, çatışmaların ve silahlı çarpışmaların kaçınılmazlığı sonucu, nihayet şimdiye dek görülmemiş bir emperyalist katliam sonucu — kapitalizmin çürümesi ve can çekişmesi sürecine dönüşmüşse, Ekim Devrimi ve onun sonucu olarak kocaman bir ülkenin kapitalist dünya sisteminden ayrılması, bu süreci hızlandırmadan, dünya emperyalizminin temel direklerinin altını oymadan edemezdi.

Dahası var. Emperyalizmi sarsan Ekim Devrimi, aynı zamanda ilk proletarya diktatörlüğünün şahsında uluslararası devrimci hareketin güçlü ve açık bir üssünü, daha önce hiçbir zaman var olmamış olan ve şimdi dayanabileceği üssü yarattı. Dünya devrimci hareketinin açık bir merkezini, daha önce hiçbir zaman var olmamış olan ve etrafında bütün ülkelerin proleterlerini ve ezilen halklarını emperyalizme karşı devrimci bir birleşik cephede örgütleyerek onların kümelenebileceği o merkezi yarattı.

Bu, herşeyden önce, Ekim Devrimi'nin, dünya kapitalizmine artık hiçbir zaman iyileştiremeyeceği ölümcül bir yara açmış olması demektir. İşte bu yüzden kapitalizm, Ekim'den önce sahip olduğu "denge"ye ve "istikrar"a bir daha kavuşamayacaktır. Kapitalizm kısmen istikrara kavuşabilir, üretimini rasyonalleştirebilir, ülkenin yönetimini faşizme bırakabilir, işçi sınıfına belli bir süre için boyun eğdirebilir; ama artık hiçbir zaman, eskiden gösterişini yaptığı "sakinliği" ve "güveni", "denge"yi ve "istikrar"ı bulamayacaktır, çünkü dünya kapitalizminin bunalımı öyle bir gelişme aşamasına varmıştır ki, devrimin alevleri kâh emperyalizmin merkezlerinde, kâh çevresinde, kapitalist yamaları hiçe indirgeyerek ve kapitalizmin devrilmesini günbegün yakınlaştırarak kendilerine kaçınılmaz olarak bir geçit açacaklardır. Aynen bilinen masaldaki gibi: "Kuyruğunu çekse gagası batağa batıyor, gagasını çekse kuyruğu."

Bu, ikinci olarak, Ekim Devrimi'nin, tüm dünyanın ezilen sınıflarının gücünü ve önemini, cesaretini ve savaşkanlığını belirli bir yüksekliğe çıkarmış ve egemen sınıfları bu ezilen sınıfları yeni ve ciddi bir etken olarak hesaba katmak zorunda bırakmış olması demektir. Bugün artık dünyanın emekçi kitlelerini karanlıkta el yordamıyla dolaşan ve perspektiften yoksun "kör bir kalabalık" olarak görmek mümkün değildir, çünkü Ekim Devrimi, onlar için, yollarını aydınlatan ve perspektifler veren bir fener dikmiştir. Eskiden ezilen sınıfların dileklerini ve isteklerini açığa vurmak ve gerçekleştirmek için açık, evrensel bir forum olmamışsa, bugün bu forum ilk proletarya diktatörlüğünün şahsında vardır. Bu forumun yok edilmesinin, "ileri ülkelerin" toplumsal ve siyasi yaşantısını uzun bir süre için dizginsiz, kara bir gericiliğin karanlıklarına daldıracağından hiç kuşku duyulamaz. "Bolşevik devlet"in salt varlığı olgusunun, gericiliğin karanlık güçlerine gem vurduğu ve ezilen sınıfların kurtuluşları için mücadeleyi kolaylaştırdığı yadsınamaz. Aslında bütün ülkelerin sömürücülerinin Bolşeviklere karşı besledikleri hayvani kinin açıklaması burada yatar. Tarih, her ne kadar yeni bir temel üzerinde de olsa, yineleniyor. Eskiden feodalizmin devrilmesi döneminde nasıl "Jakoben" adı bütün ülkelerin aristokratlarında korku ve tiksinti uyandırıyorduysa, bugün de, kapitalizmin devrilmesi döneminde, "Bolşevik" adı burjuva ülkelerde öyle korku ve tiksinti uyandırıyor. Ve tersine, nasıl Paris, geçmişte yükselen burjuvazinin temsilcilerine bir barınak ve okul görevi görüyorduysa, bugün de Moskova yükselen proletaryanın temsilcilerine öyle barınak ve okul görevi görüyor. Feodalizmin Jakobenlere karşı beslediği kin, onu çökmekten kurtaramadı. Kapitalizmin Bolşeviklere karşı beslediği kinin, onu kaçınılmaz yıkılışından kurtaramayacağından kuşku duyulabilir mi?

Kapitalizmin "istikrar" çağı geçmiştir, onunla birlikte burjuva  düzeninin sarsılmazlığı efsanesi de.

Kapitalizmin yıkılış çağı geldi.

4— Ekim Devrimi, yalnızca ekonomik ve toplumsal-siyasi ilişkiler alanında bir devrim değildir. O aynı zamanda işçi sınıfının kafasında, işçi sınıfının ideolojisinde de bir devrimdir. Ekim Devrimi, marksizmin bayrağı altında, proletarya diktatörlüğü düşüncesinin bayrağı altında, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmi Leninizmin bayrağı altında doğdu ve güçlendi. Dolayısıyla Ekim Devrimi, Marksizmin reformizm üzerindeki, Leninizmin sosyal-demokratizm üzerindeki, III. Enternasyonal'in II. Enternasyonal üzerindeki zaferi demektir.

Ekim Devrimi, Marksizm ile sosyal-demokratizm arasında, Leninizmin politikası ile sosyal-demokratizmin politikası arasında aşılmaz bir uçurum dikmiştir. Eskiden, proletarya diktatörlüğünün zaferinden önce sosyal-demokrasi, proletarya diktatörlüğü düşüncesini açıkça yadsımadan, ama aynı zamanda bu düşüncenin gerçekleşmesini hızlandırmak için hiç, ama hiçbir şey yapmadan, gösteriş yapabilirdi, çünkü sosyal-demokrasinin böyle bir davranışı kapitalizm için hiçbir tehlike yaratmıyordu. O dönemde sosyal-demokrasi ve Marksizm biçimsel olarak aynı, ya da hemen hemen aynı şey olarak görülüyordu. Şimdi, proletarya diktatörlüğünün zaferinden sonra, herkes kendi gözleriyle Marksizmin nereye götürdüğünü ve zaferinin anlamının ne olabileceğini gördükten sonra, artık sosyal-demokrasi kapitalizm için belli bir tehlike yaratmadan Marksizm bayrağı altında gösteriş yapamaz, proletarya diktatörlüğü düşüncesiyle flört edemez. Uzun zamandan beri Marksizmin düşüncesiyle bozuştuğundan, şimdi Marksizmin bayrağıyla da bozuşmak zorundaydı, Marksizmin ürünü olan Ekim Devrimi'ne karşı, dünyadaki ilk proletarya diktatörlüğüne karşı açık ve yanlış anlamaya meydan bırakmayan bir tavır aldı. Marksizmden uzaklaşmak zorundaydı ve gerçekten de uzaklaştı, çünkü bugünkü koşullarda insan dünyadaki ilk proletarya diktatörlüğünü açıkça ve kayıtsız-şartsız desteklemeden, kendi burjuvazisine karşı-devrimci mücadele yürütmeden, kendi ülkesinde proletarya diktatörlüğünün zaferinin koşullarını yaratmadan kendine Marksist diyemez. Sosyal-Demokrasi ile Marksizm arasında bir uçurum açıldı. Bundan böyle Marksizmin tek taşıyıcısı ve tek savunucusu Leninizmdir, komünizmdir.

Ama işler orada kalmadı. Sosyal-Demokrasi ile Marksizm arasına ayrım çizgileri çeken Ekim Devrimi, sosyal-demokrasinin, dünyanın ilk proletarya diktatörlüğüne karşı, kapitalizmin doğrudan savunucuları kampında yerini alması sonucunu getirdi. Adler ve Bauer, Wells ve Levi, Longuet ve Blum baylar "Sovyet rejimini" kınadıkları ve parlamenter "demokrasi"yi överek göklere çıkardıklarında, bununla SSCB'de kapitalist düzenin yeniden kurulmasından yana, "uygar" ülkelerde kapitalist köleliğin sürdürülmesinden yana mücadele ettiklerini ve edeceklerini söylemek istemektedirler. Bugünkü sosyal-demokratizm, kapitalizme verilmiş bir ideolojik dayanaktır. Lenin, bugünkü sosyal-demokrat politikacıların "işçi hareketi içinde burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları" olduklarını; "proletarya ile burjuvazi arasındaki içsavaşta" kaçınılmaz bir biçimde "Komüncülere karşı Versaycıların yanında" saf tutacaklarını söylediğinde bin kez haklıydı. İşçi hareketi içinde sosyal-demokratizmin işini bitirmedikçe, kapitalizmin işini bitirmek olanaksızdır. İşte bu yüzden, kapitalizmin can çekişmesi devri, aynı zamanda, işçi hareketi içinde sosyal-demokrasinin de can çekişmesi devridir. Ekim Devrimi'nin muazzam önemi, diğer şeylerin yanısıra, dünya işçi hareketi içinde Leninizmin sosyal-demokratizm üzerinde kesin zaferinde yatmaktadır.

İşçi hareketinde II. Enternasyonal'in ve sosyal-demokratizmin egemenliği çağı sona ermiştir.

Leninizmin ve III. Enternasyonal'in egemenlik çağı başlamıştır.

"Pravda" No. 255,

6-7 Kasım 1927.

LENİNİZMİN SORUNLARI, İNTER YAYINLARI

Göbek bağını reddediyoruz!


TC Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklama ile bir kez daha temsilcisi olduğu TC egemenlerinin Kıbrıs’a bakışını açıklıkla ortaya koydu.
Eroğlu, Anadolu’dan Kıbrıs’a borularla su taşınması projesi ile ilgili yaptığı açıklamada kullandığı “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni göbeğimizden Anavatan’a bağlayacağız" ifadeleri TC egemnlerinin gerçek niyetlerinin teşhiridir. Söz konusu proje sadece ülkemizin su ihtiyacı bakımından değil, aynı proje kapsamındaki elektrik akımının sağlanması, yani hem en temel ihtiyaç olan suyun hem de elektriğin tamamen özelleştirilerek TC egemenlerinin kontrolüne verilmesi anlamı taşımaktadır.
Ülkemizin kendi su kaynakları planlı bir şekilde kullanılması durumunda kendine yetecek düzeydedir. Türkiye veya başka bir coğrafyadan ülkemize su taşınması çok gerekli olması durumunda karşılıklı dayanışma temelinde elbette düşünülebilir. Ancak kendi kaynaklarımızı bilinçli bir şekilde tüketerek, ülkemizi bu açıklama ile de teşir olduğu gibi göbekten başka bir ülkeye bağlamak kabul edilemezdir. En temel ihtiyaç olan suyun ve diğer ihtiyaçların TC egemenlerinin kontrolüne bırakılması, ileride ülkemizde gerici TC egemenlerinin hoşuna gitmeyecek gelişmeler olması durumunda hayatı felç edebilme olanağının yaratılması demektir.
Bir süre önce BDP miletvekili Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi ülkemiz TC egemenlerinin kirli işlerini yürüttüğü kalın barsak görevini görmekteyken, şimdi de göbekten bağlanarak tam bir sömürge halini almaktadır. Askeri varlığı, ekonomik paketler, dini tarikatlanmalar ile birlikte ilahiyat okulları ve tüm bunlarla birlikte kapsamlı bir şekilde uygulamada olan asimilasyon poletikaları ile ülkemiz TC egemenlerinin insafına terkedilmiş durumdadır. Kendi halkına faydası olmayan, kendi ülkesinin tüm değerlerini yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çeken TC egemenleri ve onların son 11 yıldır temsilcisi durumunda olan AKP iktidarından Kıbrıs halkının faydasına iş yapmalarını beklemek boşunadır.
Bizler TC egemenleri ile göbek bağına değil, Kıbrıs ile Türkiye halklarının kardeşlik bağlarına dayalı bir düzen istiyoruz. Bizler Gezi Parkı ile başlayan Haziran ayaklanmasında kendi halkına en acımasız bir şekilde saldıran ve 6 kardeşimizi katleden, onlarcasının gözünü çıkarıp, binlercesini sakatlayan TC egemenleri ve onların iktidardaki temsilcisi AKP gericiliği ile değil, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Ermenisiyle ve daha bir çok farklı halkları ile dayanışmaya, kardeşliğe dayalı bir yaşam istiyoruz.
Devrimci Komünist Birlik (a)
Yusuf ALKIM (DKB Sözcüsü)