17 Aralık 2014 Çarşamba

İnsanlık suçu işleyenler hesap versin!

CTP-BG “milletvekili” Doğuş Derya, 15 Aralık günü yaptığı konuşmasında, ülkemiz tarihindeki en karanlık dönemlerden birisi olan 1974’de yaşanan olaylara değinerek, cesur ve yürekli bir adım atmıştır.
15 Temmuz faşist Yunan Cuntası’nın Kıbrıs Cumhuruyeti’nin seçilmiş idaresine karşı yaptığı askeri darbe ve sonrasında 20 Temmuz’da başlayarak 14 Ağustos’taki ikinci askeri harekatla tamamlanan Türk işgali ile sonuçlanan ülkemizin NATO planları çerçevesinde bölünmesi sürecinde, Kıbrıs’taki tüm toplumlar çok büyük acılar yaşamış ve özünde insanlık suçu olan bir çok savaş suçu işlenmiştir.
Bu acılar farklı etnik kökenlere sahip olan Kıbrıs halkının her bir toplumunu da derinden yaralamıştır. Kıbrıs halkını bölerek bir birine kırdırtan egemenler; ülkemizdeki tüm toplumlara karşı toplu katliamlar, işkenceler, tecavüzler, gasplar ve daha bir dizi suç işlemiş ve toplumlar arasında düşmanlık tohumları ekilmeye çalışmışlardır.
Bu insanlık suçlarını işleyen yabancı emperyalist güçler ve onların yerli suç ortakları, 1974 sonrası kuzey ve güney olarak bölünen ülkemizin her iki tarafında da egemenliklerini bu suçlar üzerine inşa ederek korumuşlar ve hiç bir şekilde işlenen suçların sorumlularının ortaya çıkarılmasına olanak yaratmamışlardır.
Doğuş Derya arkadaşımız bu gerçeklere parmak basmış ve yürekli bir duruş sergilemiştir. Devrimci Komünist Birlik olarak bizler onun bu duruşunu desteklemekte, ona karşı yapılan faşizan saldırıları en sert şekilde kınamakta ve dayanışmamızı sunmaktayız. Ve belirtmek istiyoruz ki; ülkemizin karanlık geçmişinde insanlık suçu işleyenlerden hesap sormayan, ülkemizin her iki yarısındaki gelmiş geçmiş her bir hükümet, bu suçların üstünün örtülmesine katkı koymakta ve günün sonunda onlarla suç ortaklığı  yapmaktadır.
Bu özellikle Doğuş Derya arkadaşımızın mensubu olduğu CTP ve geçmişte her iki tarafta da CTP gibi hükümetlerde yer alan tüm diğer “barış yanlısı” partiler için çok daha geçerli bir durumdur.
Ülkemizde gerçek bir barış inşa etmek için; Kıbrıs halkını bölen ve bir birine kırdırtarak, aralarına düşmanlık tohumları yerleştirenleri ortaya çıkarmak ve halkımıza karşı bu suçları işleyerek ülkemizin emperyalist işgaline ortak olanlardan hesap sormak zorundayız.
Bu insanlık suçlarını işleyenlerin ortaya çıkarılması amacıyla gerekli olan adımların atılması yönünde Doğuş Derya arkadaşımızın yapacağı her bir olumlu harekete desteğimiz tamdır. Onun bu yöndeki girişimlerini desteklemeyen ya da karşı çıkanlar karşısında da hep birlikte Doğuş Derya ile omuz omuza sonuna kadar kavga vermeye hazırız.
Açık birer insanlık suçu olan tüm savaş suçları ortaya çıkarılsın!

İnsanlık suçu işleyen her bir kişi yargılansın ve Kıbrıs halkına hesap versin!

8 Aralık 2014 Pazartesi

DKB bülteni "Devrimci Kopuş" ilk sayısı çıktı

Devrimci Komünist Birlik olarak her ayın 1'i ile 15'inde yayınlamayı hedeflediğimiz siyasal bültenimiz "Devrimci Kopuş"un ilk sayısını yayınlıyoruz.

DKB olarak ülkemizde ve dünyada öne çıkan konuları ele alacağımız "Devrimci Kopuş" bülteninde siyasal yaklaşımımızı ortaya koymayı ve ülke devrimci mücadelesine katkı yapmayı hedefliyoruz.

Bültenimize Devrimci Kopuş Sayı 1 linkinden PDF formatında ulaşabilir ya da sizlere basılı olarak elden ulaştırmamız için 0542 863 66 60 numaralı telefondan bizlere ulaşabilirsiniz.

27 Kasım 2014 Perşembe

Kıbrıs Sorunu ve Devrimci Çözüm

Devrimci Komünist Birlik'in Kıbrıs sorunu ve mücadele anlayışı ile ilgili olarak hazırlanan "Kıbrıs Sorunu ve Devrimci Çözüm" başlıklı broşür çıktı. 

Broşüre aşağıdaki linkten PDF formatında ulaşabilirsiniz. 
Broşürümüz yakın bir zamanda İngilizce ve Yunanca olarak da yayınlanacaktır. 


Broşürümüzde özet olarak ortaya koyduğumuz siyasal yaklaşımları, çok daha kapsamlı bir şekilde ele aldığımız ayrıntılı dökümanımız da önümüzdeki süreçte tamamlanarak yayınlanacaktır.


"Devrimci Komünist Birlik - Kıbrıs Sorunu ve Devrimci Çözüm" 
broşürünü PDF formatında okumak için üsteki linke tıklayınız...

15 Eylül 2014 Pazartesi

Uyuşturucuyla zehirlenen değil, üreten bir gençlik için!

Çürüyen kapitalizmin yarattığı sorunlar hergün yeni gençlerimizi uyuşturcu bataklığına çekiyor!
Dört bir yanı askeri üslerle ve binlerce “güvenlik” gücü ile dolu olan ülkemizin kuzeyinde uyuşturucu baronları cirit atıyor! Her köşe başında kolaylıkla bulunabilen bir zehir durumunu alan Bonzai  tipi uyuşturucular sayesinde, toplumun özellikle işçi emekçi kesimlerdeki gençler zehirlenerek düşünmeyen, üretmeyen, sorgulamayan bireyler haline getiriliyor. Gençlerimiz, çocuklarımız birileri sermayelerine sermaye katsın diye hergün zehirlenmeye devam ediyor.
Bizzat devlet eli ile korunan uyuşturucu baronları, ülkemizi mafyatik örgütlenmelerle kuşatmış durumda. Toplumsal dinamikleri çökerten tüm bu olgulara rağmen egemenler önleyici hiç bir adım atmıyor. Egemen güçlerin bu illetin kökünü bilinçli bir şekilde kurutmayacağını biliyoruz. Çünkü onlar bu düzenden besleniyorlar!
Peki bizler ne yapacağız?! Sessiz bir çağresizlik içerisinde “cellad”ımızın bizi katletmesini mi bekleyeceğiz?!
Hayır! Görev öncelikle bu toplumun ilericilerine ve de biz devrimcilere düşmektedir.
Önce her türlü uyuşturucu satışına karşı örgütlü bir mücadele ile uyuşturucu çetelerini sokaklarımızdan, mahallelerimizden, okullarımızdan defetmeliyiz. Gençlerin bu gibi yollara özenmelerinin en önemli sebebi farklı alternatiflerinin olmayışıdır. Yeterli derecede kültürel, sanatsal veya sportif faaliyet olanakları sunulmayan gençler boşlukta bıraklımakta ve bu bataklığa itilmektedirler. Gençlerimize alternatif paylaşım alanları ve sosyalleşme olanakları sunmalı, onları uyuşturucu kullanmanın bir kurtuluş yolu olmadığı konusunda bilinçlendirmeliyiz.
Bu konuda özellikle işçi, emekçi kesimler içerisinde farkındalık yaratmak, örgütlenmek bizlerin temel görevleri arasında olmalıdır. Bu anlamda kendine ilerici, aydın diyen her bir kişinin ve kesimin, toplumumuzu saran bu çürümüşlüğe karşı harekete geçmesi şarttır. Bunu yapmadıkları oranda onlar da bu çürümüşlüğün sorumluluğunu üzerlerine almaktadırlar!
Bu sorunun yaygın bir şekilde görüldüğü işçi, emekçi bölgelerinde, mahalle sakinlerinin bilgilendirilmesi ve bu konuda örgütlenmesi için çalışma başlatılmalıdır.  Mahallerede atıl dururan binalar hızlı bir şekilde restore edilerek demokratik kitle örgütlerinin aktivitelerinin yapıldığı nitelikli merkezlere dönüştürülmelidir.  Bu sayede kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler teşvik edilmelidir. 
Aksi taktirde sadece gelecek kaygısı yaşayan ve giderek daha da çok bu bataklığa saplanan gençler değil, aynı zamanda toplumun en önemli dinamikleri de yok olacaktır. Toplumun uyuşmuş beyinlere değil, düşünen, üreten ve hakları için mücadele eden sağlıklı beyinlere ihtiyacı vardır.
Ülkemizi bu pisliklerden köklü bir şekilde temizlemenin yolu ise bu pisliği yaratan sömürü ilişkilerinin parçalanıp atılmasından geçer! İnsanı değil, daha fazla karı hedefleyen kapitalizmi yıkmamız ve yerine insan odaklı sömürüsüz, adil bir düzen kurmalıyız!
Zehirlenip yok olan değil, üretip gelişen bir gençlik ve toplum için bu çürümüşlüğe sen de dur de!

Bu Pisliği Devrim Temizler!

29 Haziran 2014 Pazar

Sol-sekterizm...

Marksizm, kendisini burjuva siyaset alanının sınırlarında yontmaya çalışan sol-liberallerden ne kadar çektiyse, kendisini tutucu bir kalıba sokmaya çalışan sol-sekterizmden de o kadar çekti.

Taktiksel politikayı muhafazakar bir eda ile ilkeselleştiren ve politikanın 'devrimciliğini' hayatın kendi karşılığında değil de kendisinden "başka" konuşanların tercihlerinde bulmaya çalışanlar için "keskinleşmek" kolaydı.

En radikal lafların arkasına sığınarak koparılan gürültüler ardılların da genellikle koca enkazlar bıraktılar. Tarih böylesi durumlara sıkça tanıktır. Ve bunlar genellikle devrim 'adına' işlenmiş tüm suçların sanık sandalyesinde oturdular.

Bir "aziz" olan Kautsky'i, normal zamanların "emektarlığı"ndan sınıflar mücadelesinde bir "dönek" durumuna evrilten ve tüm düşüncelerini askıya almaktan da öte çürüten gerçeklik Leninizmin devrimci diyalektiğinde aranmalıdır. Onun diyalektiği, taktik politikayı sayfalar arasına yazılmış bir reçetenin donukluğuna saklamaz.

Sol komünizm için politika düz ve ruhsuzdur. O, "en doğruları" sınıfların karşılıklı konumlanışı ve bu konumlanışın devrimci içeriği üzerinden değil kendi kafasının içindekiler üzerinden belirler.

Ve mistik bir imanla, kitleleri günde beş vakit kendi "tarikatına" çağırır. Çünkü en doğru (!) odur! "Mutlak" doğruların, kitap ve dergi sayfalarını doldurduğunu çok gördük.

Lakin, Lenin'in "yaşayan tarihin diyalektiği" diyerek tarif ettiği sınıflar savaşımının her anında bu "mutlak doğruların" beş para etmediğini de çok gördük.
Esnemelerin ama kırılmamaların, talep etmelerin ama dilenmemelerin yarattığı fiili mücadelenin, salt nesnele değil, öznel koşullara da sağladığı katkı örnekleri ile mevcut.

Haşa!.. bir devrimi değil, bir tepkiyi dahi örgütleyemeyen gerçekliğin, yanıtsız çağrılara kendi kulağını dahi asmaması bir akıl tutulması ile açıklanabilir.

Akıl bir kere tutuldum mu vay o politikanın haline... "...komünistlerin bütün görevi, bilinçlenmede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan "sol" sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir." Lenin (Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı)

1 Mayıs 2014 Perşembe

Haklı taleplerimizle alanlara!

Plansızlığa ve azami kâra dayalı emperyalist kapitalizm her geçen gün daha da çürümeye ve yeryüzü ile birlikte insanlığı da kirletmeye devam ediyor!
İnsanlık bugün iki seçenekle karşı karşıya; ya bu kokuşmuş barbarlık düzenine boyun eğerek yok olmak, ya da “Bu Pisliği Devrim Temizler!” diyerek sosyalizme giden yolda ilerlemek…
Sermaye kesimleri kendi yarattıkları krizin bedelini işçilere, emekçilere ödetmeye çalışırken dünyanın dört bir yanında kapitalist saldırganlığa karşı yeni direnişler ve başkaldırılar yükseliyor. “Sosyalizm öldü!” diye insanlığa umutsuzluk pompalayanlar, bir kez daha dünyanın dört bir yanında “bir hayalet”in dolaştığını görerek korkuya kapılıyorlar.
İnsanlığın gelişiminin önünde biriken çürümüş düzenleri yıkıp atan devrimci dönüşümler yeniden meşruluk kazanıyor!
İnsanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan işçileri ve emekçileri, yoksulluğa mahkum eden kapitalizmin ortadan kaldırılması için “Tek yol Devrim!” şiarı yeniden ses buluyor… 
Kıbrıs’ın Devrimci Komünistleri olarak giderek daha da güçlü bir şekilde “Bu Pisliği Devrim Temizler!” şiarını haykırarak yeni devrimlere hazırlanıyoruz.
Ülkemizde ezilip, sömürülen her ülkeden, milletten, dilden ve dinden işçileri, emekçileri bu ortak mücadelemize omuz vermeye, yeryüzünün dört bir yanındaki milyarlarca sınıf kardeşlerimizle mücadelemizi birleştirmeye çağırıyoruz!
Sömürenlerin birliğine karşı, sömürülenlerin birliğini yükseltmek için, Kıbrıs’ta yaşayan ve sömürülen tüm işçiler, emekçiler 1 Mayıs’ta omuz omuza mücadele alanlarındayız!
Kıbrıs’ta yaşayan ve çalışan tüm işçilerin, emekçilerin yasal hakkı olan sendikal örgütlenme hakkımızı tüm işyerlerinde kullanalım, ekonomik haklarımızı korumak ve artırmak, eşit işe eşit ücreti, insanların yaşamlarını insanca seviyelerde sürdürebilmesi için gereken ücreti elde edebilmek için bizim olan sendikalarda örgütlenelim!
Sömürenlerin barbarlık düzenini dağıtmak için halkların kardeşliğini ve sınıf mücadelesini yükseltelim, işçi sınıfı iktidarını kurmak için devrimci örgütlenmemizi artıralım!
Yaşasın daha iyi yaşam koşulları için mücadelemiz ve sendikal örgütlülüğümüz!
Yaşasın sömürüsüz bir düzen mücadelemiz ve devrimci sınıf örgütlenmemiz!
Yaşasın halkların kardeşliği, işçilerinemekçilerin birliği!
Yaşasın işçi sınıfının birlik, mücadeleve dayanışma günü kızıl 1 Mayıs!

Tüm işçileri emekçileri 1 Mayıs saat 17:30’da, Lefkoşa Otobüs Terminali’nde toplanarak, saat 19:00’da Ara Bölge’deki Taksim (Çetinkaya Antrenman) Sahası’nda gerçekleşecek olan Ortak 1 Mayıs Eylemi’ne birlikte katılmaya çağırıyoruz.

21 Nisan 2014 Pazartesi

KSP adıyla yapılan çarpıtmalar ve zorunlu teşhiri

Bugün DKB içerisinde mücadelesini sürdüren bir çok arkadaşın Marksit siyasal mücadele anlamında ilk örgütlü adımları attığı yer Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesi ve Kıbrıs Sosyalist Partisi’dir. Yaklaşık 9 yıl boyunca bu yapılanmanın her bir kademesinde ve becerebildiğimiz oranda görev almaya ve bu yapılanmanın siyasetinin örgütlenmesine katkı koymaya ve bu yapılanma içerisinde kemikleşmiş olan çarpık noktalara karşı kararlı bir şekilde mücadele etmeye çalıştık. Ancak yaklaşık iki buçuk yıl önce bu çabanın boşa olduğu ve bu kemikleşen ve giderek daha da çarpık noktalara kayan anlayışları kırmanın pek de mümkün olmadığı kanaatine vararak bu konuda hemfikir olan çok sayıda arkadaşla topluca KSP’den istifa ettik. İstifa edenler arasında istifamızdan dört ay önce gerçekleşen parti kongresinde birlikte seçildiğimiz KSP Merkez Komitesi’nin tüm üyeleri de bulunuyordu. Biz KSP’den istifa ederken mücadelemizi farklı bir örgütlenme çatısı altında sürdüreceğimizi belirttik ve öyle de yaptık. Ve günün sonunda ortaya Devrimci Komünist Birlik çıktı. KSP’den birlikte istifa ettiğimiz arkadaşlardan bir iki tanesi daha sonra bizimle ayrılığa düştü. Kimisi KSP’de kalan anlayışa karşı hep birlikte yönelttiğimiz ve altta aktardığımız eleştirileri geri çekerek KSP’ye geri döndü, kimisi ise mücadeleden tamamen uzaklaştı.

İstifa ederken “Dernekçi, küçük grupçu anlayış; eleştiri adı altında saldırı ve hakareti, tartışma adı altında karşı grubun altını oymayı, ideolojik hassaslık adı altında niyet okumayı, “öküz altında buzağı aramayı”, cımbızlama metotlarını, yalan ve iftirayı seçti. Parti krizi derinleşti.” tespitini yaparak ortaya koyduğumuz önemli noktalardan bazıları şöyleydi:
  • “Konuşmaktan, kelime cımbızlamaktan, devamlı düşman yaratıp onunla savaşarak hayatta kalmaktan ve gerçek bir parti oluşturmak için kılını dahi kıpırdatmayıp taşın altına elini koyanlara saldırmaktan, demokratik yolla seçilen Merkez Komitesi’ni kelleci, onu destekleyenleri de ‘kelle’ olarak nitelemekten başka bir işe yaramayanların nasıl partili olduklarını görmek ve göstermek istiyoruz.
  • Bizler, onların tabiriyle küçük burjuva, maceracı ve parti düşmanıysak, ve bizlerin ayrılmasıyla önleri açılacaksa buyursunlar yapsınlar. 30 sene sonra başladıkları yere dönmenin, bu süre içerisinde kendi yapılanmalarına tek bir kişiyi dahi kazanamamalarının sorumluluğunu bizlere, dürüst devrimcilere veya o hiç ümit beslemedikleri işçi sınıfına tekrar tekrar yükleyip yüklemeyeceklerini görmek ve göstermek istiyoruz.
  • Düşman üreterek ve kendi kendine o “düşmanlarla” savaşarak siyasi anlamda hayatta kalmayı strateji haline getirmiş zihniyet, kendi dar grupları dışında kimsenin kalmadığı KSP’yi nasıl idare edecek görmek ve göstermek istiyoruz.
  • Artık önlerinde sözde ideolojik sapkınlar da olmadığına göre KSP’yi işçilerle, emekçilerle, kadınlarla, köylülerle, gençlerle nasıl buluşturacaklarını görmek ve göstermek istiyoruz.
  • Partinin inançlı militanlarını hizip, kariyer ve hırslar uğruna kaybedenler, nasıl yeni insan kazanacaklar, kazandıklarını da “gözünün üstünde kaşın var” diyerek nasıl bir kalemde harcayacaklar görmek ve göstermek istiyoruz.
  • Devrimci siyasete hayatın bizzat kendisi tarafından zafer payesi verildiği koşullarda kapıldıkları burjuva-emperyalist çözüm umutlarının yıkıntısıyla nasıl Marksist-Leninist bir örgüt inşa edecekler görmek ve göstermek istiyoruz.”
Dileyenler istifa yazısının tamamına şu linkten ulaşabilirler:http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/60038

Bu istifa yazısında şöyle demiştik: “Ya kariyerist yılgınları partiden atmak, ya da zaten ana gövdesini bizlerin oluşturduğu ekibimizle örgütlü mücadelemize KSP dışında devam ederek, bu ekibi bizlerin ayrılmasıyla birlikte KSP enkazının altında bırakmak. Bizler, ikinci yolu seçiyoruz.”

KSP’den istifa etmemizden sonra geçen süreçte bir çok gelişme yaşandı ve yaşanan her yeni gelişme bizlerin KSP’den istifa etmemizin ne kadar da yerinde bir karar olduğunu ve istifa ederken ortaya koyduğumuz noktaların haklılığını kanıtladı. Bizler ikinci yolu seçerek mücadelemizi kararlı ve planlı bir şekilde KSP dışında devam ettiriyoruz. KSP ise giderek daha da büyük bir enkaza dönüşüyor. İşin acı tarafı ise o dönem bizimle birlikte aynı duruşa sahip olan KSP’den istifa ederken ortaya koyduklarımızla tam bir hemfikirlik içerisinde olan bazı arkadaşlar da bu enkazın oluşmasına katkı koymaktadırlar.

KSP’den istifa etmemizden sonra KSP’de kalan çarpık anlayışla gereksiz ve yararsız polemiklere girerek boşa zaman harcamamayı bir prensip haline getirdik ve bu prensibi hala daha korumaktayız. KSP adıyla temsil edilen çarpık anlayışa karşı açık tavır takınmak zorunlu hale gelmediği sürece bu arkadaşları muhattap almıyoruz. Ve bu yazıyı da bir zorunluluk olarak gördüğümüz için kaleme alıyoruz. Bu yazıyı zorunlu hale getiren şey; KSP adıyla temsil edilen çarpık anlayışın son dönemde yaşanan iş ve güç birlikteliği çalışmalarına yönelik birkaç gün önce “SEÇİMLER için SOL'da BİRLİK ÜZERİNE” başlığıyla yayınladığı yazıdır.

Yayınlanan yazıda “Yeni “solda birlik” ilkelerini savunan yoldaşlar (bunlar arasında Gelecek gazetesi ve DKB de vardır)” denilerek alttaki ifadeler kullanılıyor:

“Onlar (AKEL ve CTP kastediliyor bn.) Kıbrıs'ın (ve dolayısıyla insanlığın) tüm sorunlarını emperyalist sistem içinde çözmek istiyorlar ve çabalarını bu çerçeve içine hapsediyorlar. Aynı tavır solda birlikçilerin tümünde de görmekteyiz.”

““Solda birlik” ilkelerinin stratejik temeli nedir? Bu temel Kıbrıs Sorununun çözümünü BM çatısı altında, ve aynı zamanda AB çatısı altında halletmeyi önerir. Yani Dünya Emperyalist sistemi hem Dünyada sapasağlam ayakta duracak, hem Kıbrıs bu sistemin tutarlı bir parçası olarak kalacak, hem de Kıbrıs'ın bağımsızlık sorunu, Kıbrıs'ın özgürlük sorunu, Kıbrıs'ın Demokrasi sorunu, Kıbrıs'ın barış sorunu, Kıbrıs'ın milletler arası kardeşlik, yani birlik sorunu çözülecek. “Solda birlik” ilkeleri ile Kıbrıslı Türklerin varlığını korumanın başka yolu ve yordamı olmadığı ilan ediliyor. Halbuki Kıbrıslı Türkleri (vede Kıbrıslı Rumları) bu temel üzerinde inşa edilen şu veya bu sözde çözüm türüyle korumanın imkanı vede ihtimali yoktur.”

“Ve tabii ki AKEL ve CTP'de bu önermeye destek olmamışlarıdır. Çünkü bu partilerin ve yeni “solda birlik” ilkelerini savunanların yaklaşımına temel olan şey emperyalizmin varlığını korumaktır.”

“Ancak “solda birlik” ilkelerini savunan arkadaşlar tarafımızdan kabul edilmesi sözkonusu olmayan Kıbrıs Sorunu konusundaki yaklaşımlarını işbirliği ilkelerine eklemekte ısrar ederek KSP'nin siyasi duruşunun aleyhine kendi görüşlerini empoze etme yaklaşımı sergilediler. Partimiz bu yaklaşım karşısında böyle bir “solda birlik” ilkelerine imza atmayı reddetti.”

Bu ifadeler hiç bir şekilde devrimci siyasi etiğe sığmamaktadır. Bu siyaset yapma biçimi ancak ve ancak yalana ve dolana dayalı burjuva siyaset biçimi olabilir. Çünkü yukarda aktardığımız yazıda ortaya konanlar dayanaksız ve gerçekleri bilerek çarpıtmaktan başka bir şey değildir.

KSP’den temsilcilerin de katıldığı iş ve güç birliği toplantılarında sözlü olarak ortaya konanlar yanında yazılı olarak ortaya konanlar da vardır. Yapılan toplantılarda “ortak bir çerçeve metni” oluşturulması için YKP temsilcisi tarafından herkese dağıtılan örnek bir metin vardır. Bu metin daha önce farklı kesimlerle aynı amaçla yürütülen çalışmalar sonucunda ortaya çıkan bir metindir. Toplantıda KSP temsilcisine dağıtılan metnin hiç bir bağlayıcılığının olmadığı, ilgili metnin farklı kesimlerle birlikte oluşturulduğu ve bu yapılırken herkesin hassasiyetlerinin gözetilmeye çalışıldığı, şuan oluşturulmaya çalışılan iş ve güç birlikteliğinin ise daha farklı bir kapsamda olduğu ve ilgili metindeki yaklaşımlardan  sadece herkesin kabul edeceği noktaların alınabileceği, dahası tümüyle yeni bir metin de yazılabileceği üstüne basa basa belirtilmiştir. KSP kendi karar alma organlarında konuyu değerlendirdikten sonra altı ısrarla çizilmesine rağmen sadece bir örnek olarak dağıtılan ve hiç bir bağlayıcılığı olmayan metin gerekçe gösterilerek iş ve güç birlikteliği çalışmalarından çekildiğini bildirmiştir.

Bunun üzerine KSP’den yollanan mesaja bu kez aynı çerçevede 20 Mart 2014 tarihinde yazılı bir cevap verilmişti. DKB temsilcisi Yusuf Alkım tarafondan yazılan cevap şöyledir:

“Hala daha kendi istediğiniz gibi anlamaya ve göstermeye devam ediyorzunuz, son toplantıda Murat (YKP temsilcisi) tarafından verilen metin sadece bir fikir jimnastiği olsun diyedir, bu bir kaç kez belirtildi. Bu metnin hiçbir bağlayıcılığının olmadığı, bazı noktalarının kullanılabileceği ya da toptan çöpe atılabileceği da açıkça belirtildi. KSP'den toplantıya katılan kişinin Kıbrıs sorunu ile ilgili hiçbir ortak paydada buluşmamızın mümkün olmadığını belritmesi nedeniyle Kıbrıs sorunu konusunda bir açılım yapılmasın önerisi geldi. Ve bizler de eğer Kıbrıs sorunu konusunda işgale, garantörlüklere, NATO şemsiyesi altında bir anlaşma modeline karşı olmak, bağımsız birleşik demokratik bir Kıbrıs modelini birlikte dillendirmek ortak paydalar olarak öne çıkarılmayacaksa oluşacak işbirliğinin bir anlamının olmayacağını belirttik. Ancak KSP temsilcisi arkadaş bu noktaların kendi anladıkları çözümden farklı olduğu ve ortak payda olarak ortaya konamayacağını belirtti. Yani işbirliğini sadece birlikte seçimlere girme, bunun altının ise tamamen her yapının kendi siyaseti ile doldurulması önerisinde bulundu ve kabul görmedi. Şimdi hala daha örnek olarak verilen ve hiçbir bağlayıcılığı olmadığı belirtilen metni gerekçe göstermek doğru değildir...”

Bu yazılı cevaba KSP tarafından hiç bir şekilde yanıt verilmemiştir.

KSP’nin çekilmesinden sonra, DKB olarak YKP ve Çağ-Sen ile Ortak Muhalefet Alanı adıyla sürdürmekte olduğumuz iş ve güç birliğinin ilan ettiği ortak manifestosu ise şöyledir:

“Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejime karşı mümkün olan en geniş muhalif güçbirliği bloğunu oluşturmayı amaçlayan örgüt ve bireyler olarak bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Benimsediğimiz ideallerimiz; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan tüm hak ve özgürlüklerin hayata geçirildiği; insanların ırk, renk, cinsiyet, cinsel yönelim, dil, din, siyasi görüş, ulusal veya etnik kökeninden dolayı ayrımcılığa uğramadığı; baskı ve sömürünün yaşanmadığı; halktan, ezilenden, doğadan, özgürlükten, eşitlikten, barıştan, adaletten, demokrasiden yana bir düzenin kurulduğu; tüm ezilenlerin, işçilerin, emekçilerin, memurların, küçük esnafın, göçmenlerin, kadınların, köylülerin, gençlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBTİ bireylerin, dışlanan, yok sayılan ve yok edilmeye uğraşılan bütün kesimlerin söz sahibi olduğu; bağımsız, birleşik, federal bir Kıbrıs’tır.
İnanıyoruz ki; adamızda uzun yıllardır olağanüstü hal yaşanmasına neden olan Kıbrıs sorunu, birçok sorunun temel kaynağıdır. Ortadoğu’yu ve bölgedeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kontrol altında tutmak isteyen emperyalist güçlerin Türkiyeli, Yunanistanlı ve Kıbrıslı işbirlikçileri de kullanarak sürekli canlı tuttuğu bu sorun yüzünden, Kıbrıslılar yıllardan beri çatışmalar, savaşlar yaşamakta, bunların yol açtığı türlü sorun ve acılarla boğuşmaktadır. Hatırlanacağı gibi, Yunan Cuntası’nın 15 Temmuz 1974’te gerçekleştirdiği faşist darbenin ardından, Türkiye Cumhuriyeti (TC) Devleti, 20 Temmuz 1974’te askeri müdahalede bulunarak Kıbrıs’ın coğrafi ve siyasi olarak bölünmesini sağlamış ve adanın kuzeyinde tamamen kendi kontrolünde, uluslararası kararlarla da teyit edilen “bölgesel bir alt yönetim” oluşturmuştur. Türkiye, Cenevre Konvansiyonu’na aykırı bir şekilde, savaş suçu işleyerek, 1974’ten günümüze Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus aktararak demografik yapıyı da değiştirmiştir. Değişen demografik yapıyı bir araç olarak kullanan ve Kıbrıslı Türkler’in siyasi iradesini gasp eden bu baskıcı rejim, ateşkes koşullarını da ileri sürerek tüm Kıbrıslıların insan hak ve özgürlüklerini açıkça çiğnemekte ve uluslararası hukuka aykırı bir biçimde adadaki varlığını sürdürmektedir.
TC’nin yeraltı ve yerüstü silahlı kuvvetlerinin yanı sıra her türlü ekonomik ve kamusal yararı olan hizmet sektörü yani bankaları, üniversiteleri, okulları, dershaneleri, otelleri, kumarhaneleri, hava yolları, nakliye şirketleri, kargo şirketleri, telekomünikasyon şirketleri, televizyonları, gazeteleri, lokantaları, pastahaneleri, dini kurumları, su işleri dairesi, toplu konut idaresi gibi devlet daireleri çok özel ayrıcalıklar sağlanarak Kıbrıs’a taşınmış ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm sektörler, TC’nin kamu ve özel kurumlarının mutlak hakimiyeti altına alınmıştır. Kısaca söylemek gerekirse, hayatın her alanı TC’nin kurumları, memurları ve sermayesinin işgali altındadır. Kıbrıslı Türkler, TC’nin adanın kuzeyinde uygulamakta olduğu sistematik asimilasyon politikaları neticesinde, toplumsal olarak yok oluş noktasına gelmiştir. Hem işbirlikçi hükümetlerin, hem de sistem içi muhalefetin ayrılıkçı rejimle bütünleştiği bu siyasi yapıda Kıbrıslı Türkler, uluslararası statüden yoksun bir şekilde hiçbir düzeyde temsil edilememekte, sesini duyuramamaktadır. Oysa son dönemde, Kıbrıs sorunuyla ilgili bir takım gelişmeler yaşanmakta, emperyalist güçlerin bölgemizde yeni bir ayar yapma çalışmaları yoğunlaşmaktadır. Bu gelişmeler olurken, Kıbrıs’ta yaşayan emekçilerin iradesinin ortaya konmasına her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Böylesi koşullarda, çözüm bütün Kıbrıslıların insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygılı olmalı, herhangi bir yabancı ülkenin garantörlüğünü reddetmeli, NATO ya da benzeri bir ittifakın hegamonyasını dışlamalı, Kıbrıs’ı tam bağımsızlığa kavuşturmalıdır. Varılacak anlaşma, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini, tüm yabancı askerlerden ve üslerden arındırılmasını, işgale son verilmesini sağlamalı; toplumların üzerinde mutabık kaldığı bağımsız Kıbrıs’ı hayata geçirmelidir.
Bizler, Kıbrıs sorunu ve diğer toplumsal sorunlar yanında yaklaşan yerel seçimlerde de iş ve güç birliği yapmayı, mümkün olan en geniş muhalefet bloğunu oluşturmayı hedeflemekteyiz. Bu amaçla; başta Lefkoşa olmak üzere, mümkün olan belediyelerde ortak belediye başkan adaylarının belirlenmesi, Lefkoşa Belediye Meclisi üyeliği için Yeni Kıbrıs Partisi ismiyle seçimlere girilmesi ve adayların da isim bazında saptanması için çalışmalarımızı başlatmış bulunmaktayız. Çalışmalarımızın koordinasyonunu sağlamak amacıyla, bugüne kadar blok içinde yer alacağını açıklayan örgüt ve bireylerden oluşan bir ortak komiteyi de belirlemiş bulunmaktayız. Güç birliğine ileride katılacak örgütlerin temsilcilerinin de yer almasıyla komite gelişerek güçlenmeye devam edecektir. Bu vesileyle, iş ve güç birliğimizi daha da genişletmek amacıyla, ülkemizdeki rejime karşı mücadele eden tüm siyassal yapı, örgüt ve bireyleri muhalefet bloğuna katılmaya çağırıyoruz.”

Yürütülen iş ve güç birlikteliğinin prensiplerini ortaya koyan yukardaki metin tüm kamuoyuna ilan edilmiş olmasına karşın KSP’nin hala daha “Onlar (AKEL ve CTP kastediliyor bn.) Kıbrıs'ın (ve dolayısıyla insanlığın) tüm sorunlarını emperyalist sistem içinde çözmek istiyorlar ve çabalarını bu çerçeve içine hapsediyorlar. Aynı tavır solda birlikçilerin tümünde de görmekteyiz.”  çarpıtmasını yapması ve daha da ileri giderek alttaki yalan iddialarda bulunması kabul edilebilr değildir.

““Solda birlik” ilkelerinin stratejik temeli nedir? Bu temel Kıbrıs Sorununun çözümünü BM çatısı altında, ve aynı zamanda AB çatısı altında halletmeyi önerir. Yani Dünya Emperyalist sistemi hem Dünyada sapasağlam ayakta duracak, hem Kıbrıs bu sistemin tutarlı bir parçası olarak kalacak, hem de Kıbrıs'ın bağımsızlık sorunu, Kıbrıs'ın özgürlük sorunu, Kıbrıs'ın Demokrasi sorunu, Kıbrıs'ın barış sorunu, Kıbrıs'ın milletler arası kardeşlik, yani birlik sorunu çözülecek.” “Çünkü bu partilerin (AKEL ve CTP kastediliyor) ve yeni “solda birlik” ilkelerini savunanların yaklaşımına temel olan şey emperyalizmin varlığını korumaktır.”

Tekrar ediyoruz; bu çarpıtamaya, yalana ve dolana dayanan burjuva siyaset biçimidir. KSP bu siyaset biçimini sürdürecekse yolu sonuna kadar açıktır. Ancak bilinmelidir ki DKB hiç kimsenin Marksizm-Leninizm’in saygın proleter siyasetini kirletmesine, ona leke sürmesine izin vermemekte kararlıdır. Ve KSP adıyla yapılan bu çarpıklara KSP içerisinde yer alarak ortak olanlar eşit derecede sorumluluk sahibidirler.

28 Mart 2014 Cuma

Lefkoşa’yı Bu Pislikten DEVRİM Temizler!

Lefkoşa Türk Belediyesi (LTB)’nde yaşanan uzun süreli kaosun ardından istifa eden Belediye Başkanı ve 22 kişilik Belediye Meclisi’nin 15 üyesi’nin yerlerine Haziran 2014’e kadar geçecek süre için 7 Nisan’da ara seçim yapılıyor.

LTB’deki mevcut durum, sorunun basitce demokratik, şeffaf, halka daha çok hizmet götüren bir yerel yönetim sorunu olmadığını açıkca ortaya koymaktadır. Bu nedenle gerek 7 Nisan’da yapılacak olan erken seçim sürecinde, gerekse sorun devam ettiği sürece LTB özelinde verilecek olan mücadelede sorunun kökeninde ülkenin kuzey yarısının Anglo-amerikan emperyalist güçleriyle işbirliği içerisindeki TC’nin işgali ile bire bir ilişkili nedenlerin olduğu görülmek durumundadır. Yani Lefkoşa özelindeki mücadele LTB’yi batıran geçmiş dönem yöneticilerinin yerine yenilerini seçmekle sınırlı tutulamaz, tam tersine bir yandan bu geçmiş dönem yöneticilerinden hesap sorarken, bir yandan da ülkenin kuzeyinde kurulan ve LTB’deki kaosun yaratılmasında pay sahibi olan işgal rejimine karşı da kavga büyütülmek durumundadır. Ve bu mücadele ülkenin tümünün emperyalist işgalden kurtarılmasına bağlanmak durumundadır. Bu mücadele ancak bu ülkede yaşayan ve emeği ile hayatını sürdürmeye çalışan, geldiği ülke neresi isterse olsun, yerlisi ve göçmeni ile tüm işçi, emekçilerin ortak sınıfsal örgütlenmesinin yaratılması ile kazanılabilir.

Tüm bu değerlendirmeler ışığında Devrimci Komünist Birlik 7 Nisan’da yapılacak olan LTB seçimlerinde aday göstermeme ve bu süreçte bağımsız bir aktif çalışma yürütme kararı almıştır. Bu koşullarda seçimlerde yer alan rejim karşıtı güçlerin 7 Nisan günü bir kazanım elde etmeleri son derece güçtür. Ancak rejim karşıtlarının gücünün sandıklara yansıması her şeye rağmen önemlidir. Seçimlere katılan yapılar içerisinde rejime karşı tavır alan adayların desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu adaylardan hangisinin daha tutarlı şekilde tavır takınacağı ise seçim sürecinde ortaya konacak söylemler dikkatle incelenerek görülecektir.

DKB olarak öncelikli görevimizin ise Marksist-Leninist siyasetle donanmış sağlam kadrolarla saflarımızı güçlendirmek, sınıf içerisinde kök salan disiplinli ve sürekliliği olan çalışmalarla işçi-emekçilerin siyaset sahnesine siyasal bir özne olarak çıkmalarına, kendi siyasal örgütlenmeleri ile ülkedeki devrimci mücadeleyi sırtlamalarına  katkı koymak olduğunun bilinciyle hareket ediyoruz.

DKB olarak biliyoruz ki ülke işçi-emekçileri siyasal örgütlenmelerini gerçekleştirmedikçe ve siyaset sahnesine kendi devrimci örgütlenmeleri ile bir özne olarak çıkmadıkça ülkede gerçekleştirilecek olan tüm seçimler kitleleri “demokrasicilik” söylemleri ile aldatmanın ve rejime yamamanın aracı olmaya devam edecektir. Egemenlerin bu sahtekar oyununu bozmak ve seçimleri onları köşeye sıkıştırmanın bir aracına dönüştürmek için işçi-emekçiler olarak devrimci siyaset ile örgütlenelim ve egemenlerin karşısına dikilelim!

Lefkoşa’daki bu pisliği de, ülkemize çöreklenen yerli, yabancı tüm sömürücüleri defetmenin de yolu DEVRİM’den geçer!


Tüm dünyada doğrularak ayağa kalkmaya başlayan işçiler, emekçiler gibi bizler de doğrulalım ve bu çürümüş düzeni başımızdan defedelim!

20 Mart 2014 Perşembe

Rejime karşı işbirliği ile ilgili

Devrimci Komünist Birlik olarak YKP ve Çağ-Sen ile birlikte rejime karşı işbirliği için oluşturduğumuzu ve bu işbirliğinin atacağı adımları belirlemek için ortak bir komite kurulduğunu ilan etmemizden dolayı Afrika gazetesi sayfasından haklı olarak şu soru yöneltildi:
“Yerel seçimlerde YKP, DKB ve Çağ-Sen işbirliği yapmaya karar vermiş ve ortak bir komite oluşturmuş... TDP, BKP, KSP ve Baraka neden yok?”
Öncelikle bizim oluşturduğumuz işbirliği “Rejime karşı işbirliği için (Kıbrıs Sorunu, anti kapitalist, anti işgal politikaları) mümkün olan en geniş çaplı birlikteliğin oluşturulması amacıyla” vurgusuyla şu şekilde ilan edilmiştir:
1. Başta Lefkoşa olmak üzere mümkün olan belediyelerde ortak Belediye başkan adaylarının belirlenmesine ve Lefkoşa Belediye Meclisi üyeliği için Yeni Kıbrıs Partisi ismiyle seçimlere girilmesine ve adayların da isim bazında saptanmasına;
2. Yerel seçimler dışında yakın zamanda önümüze çıkacak Kıbrıs Sorunu ve toplumsal konularda daha geniş katılımlı bir işbirliği için ortak paydalarda çalışmaların sürdürülmesine ve isminin katılanlar tarafından belirleneceği ortak bir işbirliği bloğunun kurularak her iki çalışmayı birlikte organize ederek sürdürmesine karar verir.”
Yani bu işbirliğinin tek amacı yerel seçimlerde işbirliği yapmak değil, bunun yanında Kıbrıs Sorunu ve toplumsal konularda daha geniş katılımlı bir işbirliği için ortak paydalarda çalışmaların sürdürülmesidir. Bunun anlamı derdimizin sadece seçimler olmadığı, dahası seçimlerin esas derdimiz olan konularla ilgili görüşlerimizi ortaya koymak ve bunlara karşı güçlü bir muhalefetin örgütlenmesi için bir araç olduğudur.
Bu açıklamadan sonra kısaca belirtmek gerekirse, adı geçen yapıların tümü de ilan ettiğimiz bu işbirliği çalışmasından haberdardırlar. Her biri farklı gerekçelerle bu işbirliğine katılmamayı tercih etmişlerdir. Tek tek kısaca açıklamak gerekirse; TDP rejime karşı mücadele konusunda işgal karşıtı bir duruş sergileyemeyeceğini belirterek, BKP ve Baraka “en geniş birlikteliği sağlama” düşüncesi ile TDP’nin de içerisinde olacağı ve gerekirse işgale karşı net tavır alınmayacak olan ve sadece bu yerel seçimler değil olası bir erken seçim ve gelen seneki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kapsayan bir birliktelikten yana olmalarından dolayı, KSP ise Kıbrıs sorunu konusunda ortak herhangi bir paydamızın olamayacağı bu nedenle işbirliğinin her bir unsurun tamamen bağımsız olarak kendi propagandasını yürütmesinden yana olduğu için bu işbirliği içerisinde yer almamışlardır. Bizler bu işbirliğini ilan ederken imzası olan yapıların şuana kadar destekleyenler olduğunu, bu işbirliğinin belirlemiş olduğumuz 3 temel prensibe(Kıbrıs sorununun çözümünden yana olmak, anti kapitalist ve anti işgal politikalarını savunmak) uyan her bir kesime açık olduğunu belirttik. Bu nedenle yürütmekte olduğumuz işbirliği çalışmasından yukarda adı geçen tüm yapılar haberdar olsalar da ve bu aşamada farklı nedenlerde dışarda durmayı tercih etseler de, ileride bu pozisyonları değişmesi durumunda bizlerle eşit bir şekilde ortak komiteye katılabileceklerdir.
Bizim rejime karşı bu işbirliğini oluştururken amacımız kendi farklılıklarımızı gizlemeden, bunların örgütlerin kendi adına propaganda edilmesine yasak koymadan, toplumun rejim karşıtı kesimlerinin katılımı ile ortak paydalarda bir siyasal liderlik oluşturulmasıdır. Örneğin Kıbrıs sorununun egemen emperyalist güçlerin dayatmaya hazırlandığı NATO’cu anlaşmalarla değil halkın çıkarları temelinde, halkın kendi kendini yöneteceği bağımsız, birleşik bir Kıbrıs temelinde çözülmesi konusunda ortak paydalarımız vardır. Bununla birlikte bunun detaylandırılması sürecinde belki de uzlaştırılamayacak farklılıklarımız da bulunmaktadır. Ancak bu farklılıklar egemenler tarafından bizlere ve halkımıza dayatılmaya çalışılan gerici anlaşmalara karşı ortak paydalarda güçlerimizi birleştirmemize engel değildir.

2 Mart 2014 Pazar

Askerlik, silahsızlanma ve Leninist bakış açısı üzerine

Bölgemizde egemenlik kurmaya çalışan emperyalist güçlerin ülkemiz üzerinde yürüttükleri böl ve yönet politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan Kıbrıs sorunu her dönem ülkemiz ilerici, devrimci kesimlerinin öncelikli konularından olmuştur.

Ülkemiz işçi sınıfının ve buna bağlı olarak devrimci güçlerinin zayıflığının da etkisiyle Kıbrıs sorununun çözümü ile ilgili tartışılan modeller de yine ülkemizi bölen söz konusu egemen çevrelerin çizdiği çerçevenin dışına pek çıkamamıştır.

Kıbrıs sorununun çözümü iddiası ile bugüne kadar ortaya konulan planların hemen hemen tümünde de ortak olan noktalardan bir tanesi de olası bir anlaşma ile birlikte Kıbrıs'ın kendine ait herhangi bir silahlı gücünün olmaması şeklindedir. Ülkemizdeki barış yanlısı demokrat çevrelerin çok büyük bir kesimi bu konuda herhangi bir karşı duruş sergilememekte ve bunu daha ilerici bir noktaya taşımak amacı ile ülkenin tüm yabancı askeri güçlerden de arındırılması ile tamamlama hedefini ortaya koymaktadırlar.

Son dönemde YKP'den Murat Kanatlı arkadaşımızın "hiç bir savaşta yer almama" ve "ülkenin diğer yarısında yaşayan kendi halkına karşı savaş hazırlıklarına katılmama" amacı ile askeri seferberlik eğitimine katılmayı reddetmesi ve bunun sonucunda 10 günlük hapis cezasına mahkum edilmesi ile bu konu bir kez daha yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı.

Bizler Devrimci Komünist Birlik olarak her türlü savaşa karşı olmadığımızı, sınıf savaşımını yükseltmeyi ve sömürenlere karşı sömürülenlerin savaşının haklılığını savunduğumuzu, ülkemizin tamamen silahsızlandırılmasını değil, tüm yabancı askeri güçlerden arındırılırken kendi milis gücüne dayalı bir halk iktidarının kurulması gerektiğini belirttik. Bunu yaparken de Kanatlı arkadaşımızın verdiği mücadelenin gerekçelerinin tümüne katılmasak da mevcut gerici iktidarlar altında toplumların bir birine  düşmanlaştırılmasına ve bir birini katletmek üzere eğitilmesine karşı çıktığımız için onun mahkum edilmesine karşı onunla dayanışma içerisinde olduğumuzu, mevcut burjuva ordularına katılmaya karşı çıkmanın tıpkı Lenin'in alttaki makalesinde "bir burjuva milis kuruluşuna bile “ne tek kuruş veririz, ne de tek bir kişi” şeklinde belirttiği gibi bir tavırla olması gerektiğini savunuyoruz.

Lenin'in bu önemli makalesini bir kez daha paylaşmayı ve bu konuda Leninist bakış açısının ne olması gerektiği ile ilgili kapsamlı bir çalışmayı herbirimizin yapmasının önemine dikkat çekmeyi bir görev olarak görüyoruz.

Proletarya Devriminin Askeri Programı
Viladimir İliç Lenin

Eylül 1916'da yazıldı.
İlk kez Almanya'da Eylül-Ekim 1917 tarihli Jugend-Internationale n° 9 va 10'da yaymlandı.
[Türkçe çevirisi, "Sosyalizm ve Savaş" içinde [s: 59-72] yayınlanmıştır. Sol Yayınları]

BUGÜNKÜ emperyalist savaşta “anayurdun savunulması” üzerine söylenen sosyal-şoven yalana karşı savaşım veren Hollandalı, İskandinavyalı ve İsviçreli devrimci sosyal-demokratlar arasında, sosyal-demokratik asgari programdaki “milis” ya da “silahlı ulus” yerine bir yenisinin, “silahsızlanma “ isteminin konulması lehinde sesler duyulmaktadır. Jugend-Internationale, bu konu üzerinde bir tartışma açtı ve n° 3'te silahsızlanma lehinde bir başyazı yayınladı. R. Grimm'in son tezlerinde “silahsızlanma” fikrine ödün verildiğini üzüntüyle görüyoruz. Neues Leben ve V orbote dergilerinde de tartışmalar başladı.

Şimdi silahsızlanma savunucularının durumlarını daha yakından inceleyelim.

I
Bunlann başlıca iddiaları, silahsızlanma isteğinin her türlü militarizm ve savaşa karşı savaşımın en açık, en kararlı ve en tutarlı ifadesi olduğudur.
Ne var ki silahsızlanma savunucularının en büyük yanılgıları da bu temel iddialarında bulunuyor. Sosyalistler, sosyalistlikten vazgeçmeksizin her türlü savaşa karşı olamazlar.
Birincisi, önce sosyalistler, ne eskiden, ne de şimdi, devrimci savaşlara karşı olamazlar. Emperyalist “büyük” devletlerin burjuvazisi tepeden tırnağa gerici kesildiler ve biz, buburjuvazinin şimdi sürdürdüğü savaşa, gerici, köleci ve canice bir savaş gözüyle bakıyoruz. Ama, ya bu burjuvaziye karşı verilecek savaşa ne denir? Örneğin, bu burjuvazinin ezdiği ve bu burjuvaziye bağımlı halkların ya da sömürge halklarının kurtuluş için verecekleri bir savaşa ne denir? Enternasyonal grubunun tezlerinin 5. paragrafında şöyle deniyor: “Bu başıboş emperyalizm çağında, ne türden olursa olsun, ulusal bir savaş olamaz.” Bu, apaçık bir yanılmadır.
20. yüzyıl tarihi, bu “başıboş emperyalizm” yüzyılı, sömürgelerin verdikleri savaşlarla dolu. Ama biz Avrupalıların; dünya halklarının çoğunluğunu ezen biz emperyalistlerin, alışkın olduğumuz o lanet şovenliğimizle, “sömürge savaşları” adını verdiğimiz savaşların çoğu ulusal savaşlardır ya da bu ezilen halkların ulusal başkaldırmalarıdır. Emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmelerine karşı verilen savaşımı yaygınlaştırması ve yoğunlaştırmasıdır. Bu, bir gerçektir. Bundan şu sonuç çıkar ki, emperyalizm, çoğu zaman ulusal savaşları körükler. Yukarıya alınan “tezler”i savunan broşüründe, Junius[1] emperyalizm döneminde, emperyalist büyük devletlerin birisine karşı verilen her ulusal savaşın, başka bir rakip emperyalist büyük devletin müdahalesine yol açtığını ve böylece her ulusal savaşın bir emperyalist savaşa dönüştüğünü söylüyor. Ama bu iddia da yanlıştır. Bu, olabilir, ama her zaman değil. 1900-1914 arasındaki birçok sömürge savaşları bu yolu izlemedi. Örneğin, şöyle bir şey söylersek yalnızca gülünç olur: bugünkü savaştan sonra, eğer bu savaş bütün hasım tarafların tam bir tükenmişliği ile sona ererse, “herhangi bir” ulusal, ilerici, devrimci savaş “olamaz”; diyelim, Hindistan, İran ve Siyam'ın vb. ittifakı ile, Çin tarafından büyük devletlere karşı böyle bir savaş verilemez.
Emperyalizm altında her türlü ulusal savaş olanağını yadsımak teorik olarak yanlış, tarihsel bakımdan hatalı, ve uygulamada Avrupa şovenizmiyle birdir: Avrupa'da, Afrika'da, Asya'da vb. yüz milyonlarca insanı ezen uluslara mensup olan bizler, ezilen halklara “bizim” uluslarımıza karşı savaş vermenin “olanaksız” olduğunu söylemeye çağrılıyoruz!
İkincisi, iç savaş da, öteki savaşlar gibi bir savaştır. Sınıf savaşımını kabul eden herkes, iç savaşı da kabul etmek zorundadır. Her sınıflı toplumda iç savaş doğal, ve bazı koşullarda sınıf savaşımının kaçınılmaz devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlikten gelmek, büyük bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur. Üçüncüsü, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, bir çırpıda genellikle bütün savaşları ortadan kaldırmaz. Tersine, bu savaşları öngörür. Kapitalizmin gelişmesi, farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan bir biçimde yürümektedir. Meta üretimi koşullarında başka türlü de olamaz. Bundan da reddedilemez bir biçimde şu çıkıyor ki, sosyalizm bütün ülkelerde aynı anda zafere ulaşamaz. Önce bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacak, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva-öncesi dönemde kalacaklardır. Bu, yalnız sürtüşmeler yaratmakla kalmayacak, öteki ülkelerin burjuvazisi, sosyalist devletin utkun proletaryasını ezmeye bile kalkışacaktır. Bu gibi durumlarda savaş, bizim için meşru ve haklı bir savaş olacaktır. Bu, hem sosyalizm için, hem öteki ulusları burjuvaziden kurtarmak için girişilmiş bir savaştır. Engels, Kautsky’ye yazdığı 12 Eylül 1882 tarihli mektupta, zaferi kazanmış sosyalizmin “savunma savaşları” vermesinin mümkün olduğunu açıkça belirttiği zaman tümüyle haklıydı. Onun aklında olan, zafere ulaşmış proletaryanın öteki ülkelerin burjuvazisine karşı savunulmasıydı.
Ancak, biz, tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir. Ve bilimsel açıdan şu en önemli şeyi görmezlikten gelmek ya da önemsememek, son derece yanlış -ve devrimciye hiç de yakışmayan- sosyalizme geçişte bu en güç ve en büyük savaşımı gerektiren bir görevdir. “Sosyal” vaizler ve oportünistler, geleceğin barışçıl sosyalizminin hayallerini kurmaya her zaman hazırdırlar. Ama bunları devrimci sosyal-demokratlardan ayıran şey, bu güzel geleceğe kavuşmak için gerekli çetin savaşımlar ve sınıf savaşları üzerine kafa yormaya yanaşmamalarıdır.
Kendimizi, sözcüklerin ardı sıra sürüklenmeye bırakmayalım. Örneğin, “anayurdun savunulması” deyimi pek çok kimse için tiksindiricidir, çünkü hem yola gelmez oportünistler, hem de kautskiciler, bu sözü, şimdiki yağma savaşı üzerine söylenen burjuva yalanlarını örtbas etmek için kullanıyorlar. Bu bir gerçek. Ama bu, bundan böyle politik sloganların anlamları üzerinde düşünmemize gerek olmadığı demek değildir. Bugünkü savaşta “anayurdun savunulmasını” kabul etmek, ne eksik ne fazla, bu savaşı “adil” bir savaş olarak, yineliyoruz, ne eksik ne fazla, proletaryanın yararına bir savaş olarak kabul etmek demektir; çünkü her savaşta istilalar olabilir. Emperyalist büyük devletlere karşısavaşlarında ezen uluslar yönünden ya da bir burjuva devletin bazı Galiffet'lerine karşısavaşında utkun bir proletarya bakımından “anayurdun savunulmasını” kabul etmemek budalalık olur.
Teorik olarak, her savaşın, politikanın başka araçlarla bir devamı olduğunu unutmak büyük yanılgıdır. Bugünkü emperyalist savaş, iki büyük devlet grubunun emperyalist politikalarının devamıdır ve bu politika, emperyalist dönem ilişkilerinin bütünü tarafından yaratılmış ve körüklenmiştir. Ne var ki, aynı dönem, ulusların ezilmelerine karşı savaşımı ve burjuvaziye karşı proletarya savaşımını da kaçınılmaz olarak doğuracak ve körükleyecek, ve bunun sonucu olarak da, önce devrimci ulusal ayaklanmalar ve savaşlar; sonra, burjuvaziye karşıproletarya savaşları ve ayaklanmaları; üçüncü olarak da her iki türden devrimci savaşların bir bileşimini vb olanaklı ve kaçınılmaz duruma getirecektir.

II
Buna aşağıdaki genel düşüncelerin de eklenmesi gerekir. Silah elde etmeye ve bunların kullanılışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeyi hakeder. Burjuva pasifisti ya da oportünist olmaksızın, sınıflı bir toplumda yaşadığımızı, bu toplumdan kurtulmanın tek bir çıkar yolu olduğunu, bunun da ancak sınıf savaşımı olduğunu unutamayız. Her sınıflı toplumda, ister köleliğe, serfliğe, ister şimdi olduğu gibi ücretli emeğe dayansın, ezen sınıf her zaman silahlıdır. Yalnız modern sürekli ordu değil, modern milis kuvveti bile -örneğin en demokratik burjuva cumhuriyeti İsviçre'de bile-, burjuvazinin proletaryaya karşı silahlanmasını temsil eder. Bu öylesine basit bir gerçektir ki, üzerinde durmanın bile gereği yoktur. Bütün kapitalist ülkelerde grevcilere karşı askeri birliklerin kullanılmasına değinmek yeter. Proletaryaya karşı silahlanmış bir burjuvazi, modern kapitalist toplumun en büyük, temel ve belli başlı gerçeğidir. İşte bu gerçek karşısında, devrimci sosyal-demokratları, “silahsızlanmayı” “istemeye” özendirmek! Bu, sınıf savaşımı görüşünü büsbütün bırakmak, devrim düşüncesini yadsımak demektir. Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, onları mülksüzleştirmek ve silahsızlandırmak için proletaryayı donatmak olmalıdır. Devrimci sınıf için tek olanaklı taktik budur; bu taktik, kapitalist militarizmin bütünüyle nesnel gelişmesinin mantıksal sonucu ve gereğidir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra, proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silahları hurdalığa atar. Proletarya, kuşku yok ki, bunu yapacaktır, amaancak bu koşul yerine getirildikten sonrakesenkes önce değil. Eğer şimdi savaş, gerici hıristiyan sosyalistler ile, tir tir titreyen küçük-burjuvazi arasında yalnızca korku ve dehşet yaratıyor, silahların her çeşit kullanılmasına, kan dökülmesine, ölüme vb. karşı yalnızca bir nefret uyandırıyorsa, kendilerine şunu söyleriz: kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayanbir dehşettir. Ve savaşların en gericisi olan bu savaş, bu topluma korkunç bir sonhazırlıyorsa, umutsuzluğa düşmemiz için hiçbir neden yok. Herkesin görebildiği gibi, burjuvanın, kendi eliyle tek meşru ve devrimci savaş için, yani emperyalist burjuvaya karşı bir iç savaş için yolları hazırladığı bir sırada, silahsızlanma “isteği” ya da daha doğrusu silahsızlanma hayali, aslında, bir umutsuzluğun ifadesinden başka bir şey değildir.
Bunun yaşamdan kopmuş bir teori olduğunu söyleyenler olabilir, bunlara dünya ölçüsündeki iki tarihsel gerçeği anımsatırız: bir yandan tröstler ile sanayide kadınların kullanılması; öte yandan, 1871 Paris Komünü ile Rusya'da 1905 Aralık ayaklanması. Tröstleri geliştirmeyi, kadınlarla çocukları fabrikalara doldurmayı ve bunların ahlakını bozmayı, ıstıraba sürüklemeyi ve sonsuz bir yoksulluğa atmayı burjuvazi kendine iş edinmişti. Biz, böyle bir gelişmeyi “istemiyoruz” ve bunu “desteklemiyoruz”. Biz, buna karşı savaşım veriyoruz. Amanasıl savaşım veriyoruz? Tröstlerin ve kadınların sanayide kullanılmasının ilerici olduğunu açıklıyoruz. Biz el zanaatları sistemine, tekelci-kapitalizm öncesine, kadınların evlerine kapatılmasına dönülmesini istemiyoruz. Tröstleri ve benzeri kuruluşları geride bırakarak, sosyalizme doğru ileri! Gerekli değişikliklerle bu iddia, halkın bugünkü askerleştirilmesine uygulanabilir. Bugün emperyalist burjuvazi, yetişkinler ile birlikte gençliği de askerleştiriyor, yarın kadınların askerleştirilmesine de başlayabilir. Bizim tutumumuz şu olmalıdır: Çok güzel. Son hızla ileri! Ne kadar hızlı hareket edersek, kapitalizme karşı ayaklanmaya o kadar fazla yaklaşırız. Sosyal-demokratlar nasıl olur da gençliğin vb. askerleştirilmesinden korkuya kapılırlar; yoksa bunlar Paris Komünü örneğini unutuyorlar mı? Bu “yaşamdan yoksun bir teori” ya da bir hayal değildir. Bu, bir gerçektir. Varolan bütün ekonomik ve politik gerçeklere karşın, eğer sosyal-demokratlar emperyalizm çağının ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olarak bu gibi olayların yinelenmesine yol açacağından kuşku duyuyorlarsa, pek yazık olur doğrusu. Paris Komününü gören bir burjuva gözlemcisi, Mayıs 1871'de, bir İngiliz gazetesine şöyle yazıyor: “Eğer Fransızlar yalnızca kadınlardan ibaret olsalardı, ne müthiş bir şey olurdu!” Kadınlarla onüç, ondört yaşındaki çocuklar, Paris Komününde, erkeklerle yanyana savaştılar. Burjuvazinin devrilmesi için ilerde verilecek savaşlarda da bu böyle olacaktır. Proleter kadınlar, derme-çatma silahlı ya da silahsız işçilerin, burjuvazinin adamakıllı silahlanmış kuvvetleri tarafından kurşunlanmasına seyirci kalmayacaklardır. Tıpkı 1871'de olduğu gibi silaha sarılacaklar ve bugünün yılgın uluslarından -ya da daha doğrusu bir düzen kurması hükümetlerden çok oportünistler tarafından önlenmiş bugünün işçi sınıfı hareketinden- ergeç, ama her halde, devrimci proletaryanın “müthiş uluslarının” uluslararası bir birliği mutlaka doğacaktır. Toplum yaşamı artık tümüyle askerileştirilmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikte küçükler de, daha fazla askerileşmeye doğru gidecektir. Proleter kadın buna nasıl karşı çıkacaktır? Yalnızca bütün savaşlara ve askeri olan her şeye söverek ve silahsızlanmayı isteyerek mi? Ezilen ve gerçekten devrimci bir sınıfın kadını, bu utanç verici rolü asla kabul etmeyecektir. Bunlar oğullarına şöyle diyeceklerdir: “Yakında delikanlı olacaksın. Eline silah verilecek. Silahı al ve askerlik sanatını iyice öğren. Proleterler, bunu, bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizmin düşmanlarının sana söyledikleri gibi kardeşlerini, öteki ülkelerin işçilerini vurmak için öğrenmezler. Bunu, kendi ülkelerinin burjuvazisine karşı savaşım vermek, sömürüye, sefalete ve savaşa bir son vermek için öğrenirler.” Bugünkü savaşla ilgili olarak eğer bu biçimdeki, evet büsbütün bu biçimdeki propagandadan kaçınacaksak, uluslararası devrimci sosyal-demokrasi, sosyalist devrim ve savaşa karşı savaşmak gibi sözleri hiç ağzına almasın daha iyi.

III
Silahsızlanma avukatları, programdaki “silahlı ulus” noktasına, diğerleri arasında, bu isteğin oportünizme ödün verilmesine yol açabileceği nedeniyle karşı çıkıyorlar. En önemli noktayı, yani silahsızlanma ile sınıf savaşımının ve toplumsal devrimin ilişkilerini yukarda inceledik. Şimdi de, silahsızlanma isteği ile oportünizm arasındaki ilişkiyi inceleyelim. Bu isteğin kabul edilemez olmasının en önemli nedenlerinden biri, bunun yarattığı hayalin kaçınılmaz olarak, oportünizme karşı savaşımımızı zayıflatması ve canlılığını kaybettirmesidir.
Kuşku yok ki, bu savaşım, şimdi Enternasyonalin karşılaştığı en acil ve ana sorundur. Emperyalizme karşı savaşım eğer oportünizme karşı savaşımla sıkı sıkıya bağlı değilse, boş bir söz ya da bir aldatmacadır. Zimmerwald ve Kienthal'in[2] başlıca kusurlarından birisi, Üçüncü Enternasyonalin çekirdeği olan bu kuruluşları iflasa götürebilecek ana nedenlerden biri, oportünistlerle kopma gereği üzerine bir karar almak şöyle dursun, oportünizme karşı savaşım sorununun ortaya bile atılmamasıdır. Oportünizm –geçici olarak- Avrupa işçi hareketinde zafere ulaşmıştır. Bütün büyük ülkelerde, oportünizmin iki türü ortaya çıkmıştır : İlki Bay Plehanov, Scheidemann, Legien, Albert Thomas ve Sembat, Vandervelde, Hyhdman, Henderson'un açık, sinik ve bu yüzden de az tehlikeli sosyal-emperyalizmi; ikincisi, gizli Kautsky oportünizmi: Almanya'da Kautsky-Haase ve Sosyal-Demokrat İşçi Grubu; Fransa'da Longuet, Pressmane, Mayeras vb; İngiltere'de Ramsay MacDonald ile Bağımsız İşçi Partisinin öteki liderleri; Rusya'da Martov, Çheydze ve ötekiler, İtalya'da Treves ve öteki sözde sol-reformcular.
Açık oportünizm, devrime ve başlangıç durumundaki devrimci hareketlere ve patlamalara, açıkça ve doğrudan doğruya karşıdır. Biçimi değişmekle birlikte, hükümetler ile ittifak durumundadır: bu ittifak, hükümetlere katılmaktan, Savaş Sanayii Komitelerine katılmaya (Rusya'da olduğu gibi) kadar değişebilir. Maskeli oportünistler, kautskiciler, işçi sınıfı hareketi için daha zararlı, daha tehlikelidir, çünkü bunlar, hükümetle ittifak yanlısı olduklarını akla-yakın, sözde “Marksist” sözlerle ve pasifist sloganlarla gizlerler. Bu her iki türden oportünizme karşı, proletarya politikasının her alanında savaşım verilmelidir: parlamentoda, işçi sendikalarında, grevlerde, askeri alanda vb.. Bu iki tür oportünizmin başlıca ayırt edici niteliği, bugünkü savaş ile devrim ve devrimin diğer somut sorunları arasındaki ilişkilerkonusundaki somut sorunların, susarak geçiştirilmek, gözden saklanmak ve polis yasakları ile savuşturulmak istenmesidir. Savaştan önce, yaklaşmakta olan bu savaş ile proleter devrimi arasındaki ilişkiler üzerine, hem resmen Basel Bildirisinde, hem de birçok kez resmi olmayan bir biçimde dikkatler çekildiği halde, tutumları bu olmuştur. Silahsızlanma isteğinin başlıca kusuru, devrimin bütün somut sorunlarına el atmaktan kaçınmasıdır. Yoksa silahsızlanmanın avukatlığını yapanlar yepyeni bir silahsız devrim türünden mi yanadırlar?
Devam edelim. Biz, hiçbir biçimde, reformlar için savaşmaya karşı değiliz. Yığınlardaki huzursuzluk ve hoşnutsuzluk birçok kez ve şiddetle ortaya çıktığı halde, ve bizim çabalarımıza karşın, bugünkü savaş bir devrimle sonuçlanmadığı takdirde, insanlığın -en kötü olasılıkla- ikinci bir emperyalist savaşa sürüklenmesi olasılığını görmezlikten gelmek istemiyoruz. Oportünizme karşı olmayı da içine alan bir reform programından yanayız. Reformlar için savaşımı onların tekeline bırakır da acı gerçeklerden kaçar ve bir tür “silahsızlanma” fikriyle bulutların üzerinde kendimize sığınak ararsak, oportünistleri sevindirmiş oluruz. “Silahsızlanma”, yalnızca, can sıkıcı gerçekten kaçmak ve buna karşı savaşım vermemek demektir.
Böyle bir programda şuna benzer bir şey söyleyebiliriz: “1914-1916'da, emperyalist savaşta, anayurdun savunulması sloganı ve bu sloganın benimsenmesi, yalnızca bir burjuva yalanının yardımıyla işçi sınıfı hareketini kokuşturmak demektir.” Somut bir soruya böylesine somut bir yanıt, teorik bakımdan daha doğru, proletaryaya daha yararlı, ve oportünistler için ise silahsızlanma isteğinden ve “anayurdun savunulması”nın yadsınmasından daha dayanılmaz bir şeydir. Ve sözlerimize şunu da eklemeliyiz: “Büyük devletlerin -İngiltere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın, Avusturya'nın, Rusya'nın, İtalya'nın, Japonya'nın, Amerika'nın- burjuvazisi, öylesine gerici olmuş ve dünyaya egemen olma hırsına kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, bu ülkelerin burjuvazisinin yürüteceği hersavaş, ancak gerici bir savaş olabilir. Proletarya böyle bir savaşa karşı çıkmakla yetinmemeli, bu savaşlarda 'kendi' hükümetinin yenilmesini istemeli ve eğer bir ayaklanma savaşa engel olabilecekse, devrimci ayaklanmalar için savaştan yararlanılmalıdır.”
Milis sorununda ise şunu söylememiz gerekirdi: Biz, bir burjuva milis kuruluşundan yana değiliz; proleter bir miIis kuruluşundan yanayız. Bunun için, bir burjuva milis kuruluşuna bile “ne tek kuruş veririz, ne de tek bir kişi”; çünkü, Amerika, İsviçre, Norveç vb. gibi ülkeler bir yana, en özgür cumhuriyetçi ülkelerde (örneğin İsviçre) bile, milis kuruluşu, özellikle 1907 ve 191l'de gitgide daha fazla prusyalılaştırılmakta ve grevcilere karşı harekete getirilmek suretiyle kötüye kullanılmaktadır. Subayların halk tarafından seçilmelerini, askeri yasaların kaldırılmasını, yabancı doğumluların yerIilerle aynı haklara sahip olmalarını (bu nokta İsviçre gibi yabancı işçileri gitgide daha fazIa sömürdüğü halde, bunlara herhangi bir hak tanımayı reddeden emperyalist devletler için özellikle önemlidir) isteyebiliriz. Ayrıca belli bir ülkenin sakinlerinden, diyelim, her yüz kişisine gönüllü birlikler kurma ve bu birliklere ücretleri devletçe ödenecek subayları serbestçe seçme hakkının verilmesini de isteyebiliriz. Ancak bu koşullarda proletarya, köle sahipleri için değil, kendileri için askeri eğitim görmüş olur ve böyle bir eğitim, proletaryanın çıkarları gereğidir de. Rus devrimi, devrimin her başarısının; bir kentin, bir fabrika kasabasının, ordunun bir bölümünün ele geçirilmesi gibi kısmi bir başarının bile utkun proletaryayı böyle bir programı uygulamaya zorladığınıgöstermiştir.
Son olarak, oportünizm ile yalnızca programlar yaparak savaşmaya olanak bulunmadığı da ortada; bu, programların gerçekten uygulanıp uygulanmadığını anlamak için sürekli bir çaba ve uyanıklık ile yürütülen bir savaşımı gerektirir. İflas etmiş olan İkinci Enternasyonalin işlediği en büyük ve ağır yanılgı, sözleri ile yaptıkları şeylerin birbirine uymaması, ikiyüzlülüğü ve utanmazca bir devrim lafebeliğini alışkanlık haline getirmesidir (Kautsky ile şürekasının Basel Bildirisine karşı şimdiki tutumlarına bakınız). Silahsızlanma toplumsal bir fikirdir, yani belli bir toplumsal çevreden çıkan ve belli bir toplumsal çevreyi etkileyebilen bir fikir -bu fikir kuşkusuz bir bireyin fantezisi değildir-, uzun bir süre dünyanın kanlı savaş alanından uzak kalan ve ilerde de uzak kalacağını sanan bazı küçük devletlerde hüküm süren pek “sakin” yaşam koşullarının bir ürünüdür. Bundan emin olmak için, örneğin Norveçli silahsızlanma savunucularının ileri sürdükleri iddialar üzerinde düşünmek yeter. “Biz küçük bir ülkeyiz.” diyor bunlar. “Ordumuz küçük, büyük devletlere karşı elimizden ne gelir?” (ve bu yüzden, şu ya da bu büyük devletler grubu ile emperyalist ittifaklara girmeye karşı direnme gücünü kendilerinde bulamıyorlar). ..”Uzak köşemizde rahat bırakılmak, dünyadan habersiz politikamızı yürütmeye devam etmek, silahsızlanmayı, zorunlu uzlaştırma mahkemelerini ve sürekli yansızlığımızı korumayı istiyoruz.” (“Sürekli yansızlık” herhalde Belçika usulü bir yansızlık olacaktır.)
Küçük devletlerin bir kenarda durmak için küçük çabaları; küçük-burjuvazinin, dünya tarihinin büyük savaşlarından mümkün olduğu kadar uzak durma isteği; dargörüşlü bir pasifliği sürdürmek için nispi tekelci durumdan yararlanmak - işte bütün bunlar, bazı küçük devletlerde silahsızlanma fikrine belli bir ölçüde başarı ve geçerlik sağlayabilen nesneltoplumsal ortamdır. Kuşku yok ki, bu çaba gericidir ve tamamen hayal ürünüdür; çünkü emperyalizm, şu ya da bu yoldan küçük devletleri dünya ekonomisinin ve politikasının hareket merkezine doğru çekmektedir. Örneğin İsviçre'de, emperyalist çevre, işçi sınıfı hareketini iki yoldan birini izleme durumunda bırakmaktadır. Burjuvazi ile ittifak halindeki oportünistler, emperyalist burjuva turistlerinden kar sağlamak ve bu “sakin” tekelci durumu mümkün olduğu kadar kârlı ve sakin tutmak için İsviçre'yi bir cumhuriyetçi-demokrat tekelci federasyon haline getirmeye çabalamaktadır.
İsviçre'nin gerçek sosyal-demokratları ise, zafere ulaşmada Avrupa'daki işçi partilerinin devrimci unsurlarının sıkı ittifakına yardımcı olmak amacıyla, İsviçre'deki nispi özgürlükten yararlanma çabasındadırlar. Tanrıya şükür, İsviçre'nin “kendine özgü ayrı bir dili yok” ; İsviçreliler komşu hasım ülkelerin konuştukları üç yaygın dili konuşuyorlar.
Eğer İsviçreli yirmibin parti üyesi, “ek savaş vergisi” türünden, haftada iki santimlik bir savaş ödentisi ödeseler, bu, yılda yirmibin frank gibi bir para eder ve bu miktar bizim üç dilde belli aralıklarla yayın yapmamıza ve bunları Kuvvet Karargahlarının yasaklarına karşın, savaşan ülkelerin işçileri ve askerleri arasında dağıtmamıza yeter. Bu yayınlar, işçiler arasında baş gösteren ayaklanmalar konusunda gerçek bilgileri, siperlerde kurulan dostlukları, ellerindeki silahları “kendi” ülkelerinin emperyalist burjuvalarına karşı, devrimci bir amaçla kullanma umutlarını vb. içerebilir. Bütün bunlar yeni bir şey değil. Ne yazık ki yeterli ölçüde olmamakla birlikte La SentinelleVolksrecht ve Berner Tagwacht gibi en iyi gazeteler zaten bunu yapmaktalar. Ancak bu gibi çalışmalarla Aarau Parti Kongresinin kusursuz kararları, yalnızca kusursuz karar olmaktan öteye bir şeyler olabilir. Bizi şu anda ilgilendiren sorun şu: silahsızlanma isteği, İsviçre sosyal-demokratları arasındaki devrimci eğilimlere tekabül ediyor mu? Belli ki etmiyor. Nesnel olarak. “silahsızlanma” küçük devletlerin pek ulusal, ancak bu devletlere özgü tamamen ulusal bir programıdır; bu program asla uluslararası devrimci sosyal-demokrasinin uluslararası bir programı değildir.

Dipnotlar
[1] Junius, Rosa Luxemburg'un (1917-1919) takma adı.
[2] Burada, Zimmerwald ve Kienthal'de yapılan uluslararası sosyalist konferanslara değiniliyor.
Uluslararası Sosyalistlerin İkinci Kongresi, 24-30 Nisan 1916'da Bern yakınlarında Kienthal köyünde yapıldı. Bu konferansta, Zemmerwald Konferansına göre, sol-kanat daha kuvvetliydi. Lenin'in çabalarıyla konferans, uluslararası Sosyalist Büronun sosyal pasifizmini ve oportünist faaliyetlerini eleştiren bir kararı kabul etti. Kienthal'de kabul edilen bildiri ve karar, uluslararası savaş aleyhtarı harekette ileri atılmış bir adım oldu.
Zimmerwald ve Kienthal Konferansları enternasyonalci unsurların bir araya gelmelerini sağladıysa da, bu grup, tutarlı bir enternasyonal tutumu ve Bolşevik politikasını, emperyalist savaşı iç savaş haline getirme, savaşta kendi emperyalist hükümetini yenme ve Üçüncü Enternasyonali örgütleme gibi temel ilkelerine sahip çıkmadı. 

25 Şubat 2014 Salı

DKB’den iş mahkemeleri ve sendikalaşma sendikalara ziyaret

Devrimci Komünist Birlik yaklaşık bir ay önce “İş Mahkemeleri Kurulması” ve “Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme” ile ilgili çalışanlara yönelik başlattığı bilgilendirme çalışmalarını kampanyaya dönüştürmek için sendikalara ziyaretler başlattı.

DKB tarafından yayınlanan ve özel sektörde çalışan işçilere ücretsiz olarak dağıtılan Emek Bülteni’nin Nisan ayında çıkan 4’üncü sayısında ana gündem olarak “İş Mahkemeleri Kurulması” ve “Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme” olarak belirlendi. 2000 adet basılarak işçilerin ve emekçilerin yoğun olduğu bölgelerde ücretsiz olarak dağıtılan bültende ilgili konularda bilgilendirici yazılar yer aldı.

DKB bu çerçevede başlattığı çalışmaları bir adım ileriye taşımak için başta özel sektörde örgütlenen sendikalar olmak üzere bir dizi sendikaya ziyaretler başlatarak bu konuda daha geniş bir mücadelenin örülmesi için girişim başlattı. 15 Mayıs Perşembe günü sırası ile KTÖS, DEV-İŞ ve ÇAĞ-SEN, ardından da16 Mayıs Cuma günü de BES ve KTOEÖS ile görüşen DKB temsilcileri başlattıkları çalışma ile ilgili sendika yöneticilerini bilgi vererek bu konuda birlikte ne yapılabileceği ile konusunda görüş alış verişinde bulundular.

DKB’den verilen bilgiye göre önümüzdeki hafta diğer bir dizi sendika ile de görüşülmesinin ardından bu konuda ortak bir komite kurulması için ilgili tüm sendikalarla birlikte toplantı gerçekleştirilmesi planlanıyor.

DKB tarafından “İş Mahkemeleri” ile ilgili yayınlanan bildiri ise şöyle:

“İş Mahkemeleri derhal kurulsun!

Kıbrıs’ın kuzeyinde çalışan ve iş yerlerimizde karşılaştığımız çeşitli sorunların daha hızlı ve ülkemizdeki iş yaşamı ile ilgili hazırlanan yasalara uygun bir şekilde çözülmesi için; dünyanın bir çok ülkesinde bulunan “İş Mahkemeleri”nin derhal kurulmasını talep ediyoruz.

Gerek Kıbrıs’ın güneyinde, gerekse de Türkiye’de ve diğer Avrupa ülkelerinde bulunan “İş Mahkemeleri”; iş yaşamı ile ilgili yaşanan sorunların, iş yasaları konusunda uzman kesimlerin görevlendirildiği ve normal mahkemelerde yıllarca süren davaların aksine, sorunu bir kaç hafta içerisinde ele alıp sonuçlandıran özel mahkemelerdir.

İş Mahkemeleri; iş ve sosyal güvenlik hukuku ile ilgili sorunları çözümlemek için vardır ve genelde işçi sendikası temsilcisi, işveren sendikası temsilcisi ve hâkim sınıfından başkandan oluşmaktadır.

Mu mahkemelerde görülen iş davaları genel olarak acele davalardan sayılmaktadır ve bu nedenle iş davaları adli tatilde dahi görülmektedir.

İş Mahkemeleri’nin görevleri; işçi, işveren, işveren vekili arasındaki hizmet akdinden kaynakla­nan hukuki uyuşmazlıkları çözmektir. Hizmet akdinden kaynaklanan uyuşmazlıklar(maaş, yatırımlar, izinler, sosyal haklar vb.) iş mahkeme­sinde görülür.

Ülkemizde iş yaşamı ile ilgili olarak yürürlükte olan yasalarla biz çalışanlara bir çok hak tanınmaktadır. Ancak bu haklarımızı iş verenlerde talep etmeye kalktığımızda ya işimizden oluyor, ya da çeşitli tehdit ve baskılarla korkutularak geri adım atmak durumunda bırakılıyoruz. Haklarımızı yasal yollarla talep ettiğimizde ise yıllarca sürecek olan bir mahkeme süreciyle karşı karşıya kalmaktayız. Yıllarca sürecek bir mahkeme sürecini bekleyecek durumumuz olmadığı için de haklarımızı yasal yollarla aramamız mümkün olmamaktadır.

Bizler bu gidişe artık bir dur demek zorundayız! İşte bu nedenle, öncelikle bugüne kadar yasalardan kaynaklanan ancak kağıt üzerine kalan haklarımızı aradığımızda, iş veren tarafından yasa dışı bir şekilde işten atılmamız  ya da tehdit edilmemiz durumunda sorunumuzu hızlı bir şekilde çözecek olan “İş Mahkemeleri”nin derhal kurulması için her türlü demokratik yola baş vurarak ilgili makamlar üzerinde baskı oluşturmak için mücadelemizi başlatıyoruz.


Bu haklı talebimiz için; bizlerin olan işçi sendikaları ile görüşerek bu konuda taraf olmalarını sağlamalıyız. Ayrıca bu yönde bir baskı oluşturmak için geniş bir imza kampanyası başlatıyoruz. Bu haklı talebimizi elde etme için kampanyamızı hep birlikte sahiplenelim ve en geniş şekilde yayalım. Biz işçilerin, emekçilerin en büyük gücü birlikteliğimiz ve örgütlülüğümüzdür!”