Sovyetler Birliği’nin
dağılması ile birlikte dünya işçi, emekçilerinden yana güçlü bir dayanağın
kalmadığı koşullarda, tek başına hakimiyetini kuran emperyalist kapitalizm,
dünya işçi ve emekçi halkları üzerindeki baskı ve saldırılarını giderek
artırdı. Sovyetler’in dağılması ile birlikte sadece tek kutuplu bir yapı değil,
devasa yeni pazarların ortaya çıkması süreci de yaşandı. Emperyalist kapitalizm
kendi hakimiyeti altında olmayan bu pazarları ele geçirmek için büyük bir
hırsla harekete geçti. Bu gelişme
emperyalist ülkelere büyük bir rahatlama ve krizden uzak bir dönem geçirme
olanağı yarattı.
Bu geçici barış dönemi
çok uzun süremezdi ve sürmedi. 10 yıl gibi bir süre zarfında bu pazarlar ele
geçirilerek paylaşıldı. Dahası bu süreçte dünya emperyalist güçlerine
Sovyetler’in mirasını yağmalayarak güçlenen Rusya ve “sosyalizm” adı altında
güçlü bir devlet kapitalizmi yaratan Çin gibi yeni ülkeler de dahil oldu. Yeni
emperyalist güçlerin ortaya çıkması ile birlikte pazar kavgası giderek arttı ve
her geçen gün daha da artıyor.
2000’li yıllara
gelindiğinde emperyalist kapitalizm çok ciddi bir krizin eşiğindeydi. Ancak
bunun farkında olan başta ABD merkezli kapitalist güçler, kendi kontrollerinde
suni krizler yaratarak gelmekte olan büyük krizi atlatmaya, en azından
ertelemeye çalıştılar. Kendi örgütledikleri yönünde ciddi kanıtlar bulunan, en
iyimser durumda dahi buna göz yumdukları kesin olan 11 Eylül saldırıları ile
birlikte yeni bir yıkımlar ve yağmalara dayalı savaş dönemi başlatıldı. Bu
sayede hem savaş ekonomisi artırıldı, hem yıkılan ülkelerin yeniden inşası
sayesinde ekonomik canlılık yaratıldı, hem de yeni sömürü alanları yaratılarak
ABD merkezli emperyalist kamptaki ülkelerin ekonomik yönden rahatlatılması
sağlandı.
ABD merkezli emperyalist
kampın aldığı bu önlemlerle bir süreliğine ertelenen ekonomik kriz, 2008’de
kapıya dayandı ve dünyanın dört bir yanında yıkıcı etkilerde bulunmaya başladı.
Bugün kriz ve etkileri halen daha devam etmekte ve önümüzdeki, en azında, kısa
vadede de devam edeceği görülebilmektedir.
Krizin Yunanistan’a yansımaları
İşte bu gelişmelere bağlı
olarak Yunanistan’da da ciddi toplumsal dönüşümler yaşandı. Emperyalist
ekonomik krizin en çok etkilediği ülkelerden birisi de Yunanistan oldu. Çok
hızlı ve derin bir şekilde, geniş halk kitleleri yıkıma uğratılarak
yoksullaştırıldı. İşsizlik % 25 gibi devasa boyutlara ulaştı. Bu gelişme ülkede
onlarca genel grevin eşlik ettiği ciddi bir muhalif hareketlilik yarattı.
Bununla birlikte bir yanda Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve bu süreçte
oluşan Radikal Sol Koalisyon (SYRIZA) gibi sol söylemlere sahip örgütler yükselirken,
diğer yanda da Altın Şafak gibi faşist örgütler güç topladı.
Bugün % 36 civarı bir oya
ulaşan ve parlamentonun neredeyse yarısını kazanan SYRIZA’ya biraz daha
ayrıntılı bakacak olursak görünen şudur: SYRIZA 2000’li yılların başında, çok
farklı sol siyasetlerden örgütlerin bir araya gelmesi ile oluşan ve süreç
içerisinde giderek gelişen bir yapılanma. Özellikle 2008 krizi ile birlikte
gerek IMF tarafından, gerekse Avrupa Birliği’nin ekonomik kurmayı konumundaki
Troyka tarafından Yunanistan’a dayatılan ekonomik paketler ve kemer sıkma
politikaları, Yunanistan halkında giderek yükselen tepkilere neden oldu.
Dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı çıkarak halkın tepkilerini en
popüler şekilde dillendirmeyi başaran SYRIZA, kısa bir sürede gücünü katlayarak
artırdı.
SYRIZA’nın hükümete
gelmesine benzer gelişmeler aslında ilk kez Yunanistan’da ortaya çıkmış değil. 2000’li
yıllarla birlikte Venezüella, Bolivya gibi Latin Amerika ülkelerinde ve hatta
ülkemizin güneyinde AKEL’in hükümete gelmesi ile birlikte, bir dizi ülkede
yakın geçmişte de benzer “sol” “sosyalist” söylemlere sahip hükümetler
oluşmuştu. Bu ülkelerin her birinin kendine özgü süreçleri ve farklı
özellikleri elbette vardır. Burada bahsettiğimiz benzerlik “sol” “sosyalist”
söylemlere sahip olan partilerin seçimlerde çoğunluğu sağlayarak hükümete
gelmeleridir.
SYRIZA’nın politikaları
Tam da bu noktadan
hareketle, tıpkı SYRIZA benzeri söylemlere sahip partilerin hükümete
geldiklerinde yaptıkları, yapabildiklerine bakıldığında, SYRIZA’nın da
yapabileceklerini tahmin etmek kolaylaşıyor. Örneğin SYRIZA’nın 2012’deki manifestosu
ile 15 Eylül 2014’te hükümete gelmeleri durumunda yapacaklarını ortaya
koydukları Selanik programı arasında dahi rahatlıkla çok ciddi farklılıklar
görülebilmektedir. Örneğin geçmişte ileri sürülen; özel bankalar, hastaneler ve
stratejik önemdeki eski kamu kuruluşlarının yeniden millileştirilmesi, NATO
üyeliğinden çıkılması gibi vaatlerin geri çekildiği ve bunun yerine özellikle
AB ile çatışmadan, uzlaşı içerisinde “sosyal adaletin sağlanması” yönünde
adımlar atılmasının hedeflendiği görülebilmektedir.
SYRIZA’nın yapabilecekleri
Bu noktada SYRIZA’nın ne
yapabileceği, nereye kadar ilerleyebileceği ile ilgili bazı olasılıkları ortaya
koymakta fayda vardır. Öncelikle SYRIZA’nın devrimci bir program ve buna bağlı
kapitalist düzeni ortadan kaldırmaya yönelik devrimci bir perspektifte
olmadığını belirtmek gerekiyor. SYRIZA mevcut kapitalist düzen içerisinde elde
edilebilecek bir dizi reformlarla özellikle yoksul, emekçi kesimlerin yaşam
koşullarını iyileştirmek ve kapitalist ekonomik yapılanmayı daha “işlevsel”
hale getirerek ülke ekonomisini canlandırmayı hedeflemektedir. Yani SYRIZA
Marksist devrimci bir programlar değil reformist bir programla hükümete gelmiş
durumdadır. Zaten Marksist devrimci bir programa sahip olan partilerin hedefi burjuva
demokrasilerinde hükümete gelerek, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu
bir ülke yönetiminde yer almak değil, burjuva demokrasisini ortadan kaldırarak,
işçi sınıfı önderliğinde, emekçi halkların ittifakına dayalı proleter bir
demokrasi örgütlenmesiyle sosyalist üretim ilişkilerine dayalı bir ülke inşa
etmektir. Bu nedenle SYRIZA’dan Marksist temelde devrimci adımlar atmasını
beklemek boşunadır. Ancak dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde, bir tarafta
liberal politikalara batmış olan sözde sosyal demokrat çevrelerin kendilerini
de SYRIZA’yla özdeşleştirme çabaları, diğer tarafta ise devrimci söylemlerle
siyaset yapma çabasında olan bazı kesimlerin SYRIZA’ya devrimci bir iktidar
gömleği giydirme çabaları görülebilmektedir. SYRIZA’nın yarattığı ‘umut patlaması’nı
bir şekilde kendilerine yontmaya ve bunun üzerinden prim sağlamaya çalışan bu
yapıların ilk grubu bu sayede kendi liberal politikalarının üstünü örtmeye
çalışırken, ikinci gruptakiler de kitlelerin SYRIZA hükümetinden büyük
beklentiler içerisine girmesine ve günün sonunda SYRIZA’nın bu politikalarla
hareket ettiği oranda kaçınılmaz başarısızlığı sonrasında oluşacak moral
çöküntüye zemin hazırlamaktadırlar. Bu iki gruba bir de SYRIZA’nın bu
yükselişinin altında yatan ve devrimci güçler açısından büyük önem taşıyan
etkenleri görmezlikten gelerek yaşanan gelişmeleri tamamen
değersizleştirenlerden oluşan üçüncü grup da eklenmelidir.
SYRIZA ne olduğundan daha
ilerici, ne de liberallerin bulunduğu konum kadar gerici bir yapıdadır.
SYRIZA’nın yükselişinin etkenleri
SYRIZA’nın özellikle
işçi, emekçi yoksul kitlelerin desteği ile bugün ulaşmış olduğu güç,
Yunanistan’da ta 1900’lerin başından beri devam eden büyük mücadelelerin
sonucunda ortaya çıkmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki
Yunanistan İç Savaşı yıllarında Nazi işgaline karşı komünistlerin önderliğinde
yükseltilen büyük halk direnişi, 1960’lar ve 70’lerde Faşist Askeri Cunta
yönetimlerine karşı verilen kavga ve son yıllarda emperyalist kemer sıkma
politikalarına karşı büyüyen isyanın yarattığı bir karşı duruştur. Özellikle
son yıllarda gerçekleştirilen 10’larca genel grev ve sokak muhalefeti
sonucunda, diğer mualif güçlerle birlikte SYRIZA da güçlenmiştir. Ve
dayanılamaz bir baskı altında olan işçi, emekçi yoksul kitleler çok daha sancılı
bir süreci gerektiren büyük bir devrimci dönüşüm yerine, daha popüler
söylemlerle mevcut düzen içerisinde nefes alma boruları yaratmayı öneren
SYRIZA’ya umut bağlamayı tercih etmişlerdir. Burada esas önemli olan nokta bir
çok sorunlu yönü olan SYRIZA’nın örgütsel başarısı değil, Yunanistan’da emek
düşmanı emperyalist dayatmalara karşı SYRIZA’yı ve diğer ilerici güçleri
destekleyen büyük bir halk kitlesinin oluşudur. Bu kitleler yukarıda da
bahsettiğimiz gibi on yıllardır çeşitli vesilelerle emperyalist politikalar
karşı büyük direnişler sergilemiş olan bir halkın mensubudurlar. Ve bugün yine
benzer bir direnişi sergilemektedirler. AB’nin emek düşmanı dayatmalarına karşı
durarak boğazlarına geçirilen ilmiği söküp atmaya çalışmaktadırlar.
SYRIZA’nın birçok farklı
kesimin bir araya gelerek oluşturduğu bir koalisyon olmasına rağmen, özellikle
son yıllardaki sokak direnişlerinde oluşan taban örgütlenmelerine dayanmaması,
giderek tabandan kopuk bir merkezi liderlikle yönetilmeye başlanması, giderek
yumuşatılan ve AB ile uyumlu hareket etmeyi tercih eder pozisyona gelen
politikaları ile birleştirildiğinde, orta vadede büyük bir çöküş yaşamasının
kaçınılmaz olduğu görülmektedir.
Önümüzdeki süreçteki olasılıklar
Önümüzdeki süreçte
yaşanılabileceklerle ilgili olarak iki farklı olasılık öne çıkmaktadır.
Bunlardan birincisi SYRIZA’nın AB kurmayları ile uzlaşarak onların da mali
desteği ile kapitalist üretim ilişkilerinin temellerine zarar vermeyecek
şekilde, ülkedeki sosyal adaletin geliştirilmesi ve bu sayede isyan noktasında
olan yoksul kesimlerin beklentilerinin bir oranda karşılık bulmasının
sağlanmasıdır. Bu olasılığın gerçekleşmesi için başta Almanya, Fransa ve
İngiltere gibi AB’nin büyük güçlerinin ABD’nin de desteği ile SYRIZA hükümetine
zaten bir dizi gelişmiş kapitalist ülkede var olan uygulamaları hayata
geçirmesine göz yummaları gerekmektedir. Ki bu mümkündür, çünkü SYRIZA’yı
destekleyen kitlelerin ondan umudunu keserek daha radikal politikaları savunan
hareketlere kayması bu emperyalist güçler için çok daha büyük bir tehdit
oluşturabilir. Burada belirleyici olacak olan Yunanistan’daki muhalif
kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeylerindeki yöndür. Eğer kitleler pes etmeme
ve daha radikal tavır alma yönelimindeyseler bu olasılık emperyalistler
açısından en akla yatın olanı olabilir. İkinci olasılık ise SYRIZA’nın
kendisini destekleyen kitlelerin beklentilerini bir nebze de olsa
karşılayamayarak gücünü kaybetmesi ve kitlelerin ya daha gerici pozisyondaki
faşist yapılanmalara ya da daha ilerici politikalara sahip devrimci
örgütlenmelere yönelmesidir.
Devrimcilere düşen görev
Bu notada biz devrimciler
açısından öne çıkan; gerek birinci, gerekse ikinci olasılıkta kitlelerin doğru
bir yönelime girmelerine nasıl etkide bulunabileceğimiz sorusu olmalıdır. Bu
sorunun cevabı öyle kolayca şablonlara oturtarak verilemez. SYRIZA’yı cepheden
eleştirip, ondan umudunu kesecek
kitlelere güçlü bir alternatif yaratamadığımız koşullarda kitleler ya
mücadeleye sırtlarını dönecekler ya da daha gerici yapılanmalara yönelecekler.
Diğer yandan SYRIZA’nın günün sonunda işçi, emekçilerin sorunlarına köklü
çözümler üretmesi mümkün olmayan ve kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan
kaldırılması ana sorununu önüne koymayan reformist politikalarını kitleler
nezdinde teşhir etmediğimiz ve işçi, emekçi kitlelerin kapitalist düzene karşı
pozisyon almalarını sağlamadığımız oranda da kimi “solcu” kesimlerin düştüğü
gibi SYRIZA ‘hayalperestliği’ pozisyonlara da düşebiliriz.
Şu bir
gerçektir ki; SYRIZA’nın kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmayı
temel almayan reformist politikaları hayata geçirildiği oranda kitlelerde
kapitalizmi ortadan kaldırmaya gerek olmadığı, bu yapı içerisinde de insanlık
yararına kazanımlar elde edilip güzel bir yaşam sürdürülebileceği yanılsaması
oluşması muhtemeldir. Devrimcilerin görevi ise kitlelerin bu yanılsamaya
düşmesini engellemek, kapitalizm koşullarında elde dilebilecek kazanımların
ancak kitlelerin örgütlü gücü devam ettiği sürece, yani sömürenler cephesi
yeniden güçlerini toplayarak karşı saldırıya geçene kadar korunabileceğini
anlatmak, gerçek, kalıcı kurtuluşun; kapitalist sömürü çarklarının kırılıp, tüm
devlet yapılanması ile birlikte sökülüp atılması ve yerine sosyalist üretim
ilişkilerinin kurulması ile mümkün olacağını işçi emekçi kitleler nezdinde
bilince çıkarmak olmalıdır.
Yukarıda da belirttiğimiz
gibi; SYRIZA ne olduğundan daha ilerici, ne de liberallerin bulunduğu konum kadar
gerici bir yapıdadır.
Kıbrıslı devrimciler,
komünistler olarak bizler açısından Yunanistan’da yaşanan gelişmeler son derece
önemlidir. Tıpkı hemen diğer yanımızdaki Kürdistan’da yaşanan başta Kobane ve
diğer Kürt bölgelerindeki halk direnişi gibi. Aynı şekilde Türkiye’de Haziran
Ayaklanması ile başlayan ve bugün giderek işçi sınıfının belini doğrultarak yükselttiği
mücadeleler, Ortadoğu’nun ve dahası dünyanın birçok yerinde halkların devam ettirdiği
direnişler, her biri de insanlığın sömürüye karşı yürüttüğü ortak mücadelenin
dallarıdır.
Kıbrıslı Devrimci
Komünistler olarak bizler de örgütlülüğümüzü artırmalı ve yakın dönemde
ülkemizi de içine alması kuvvetle muhtemel olası devrimci dalgalanmalara
hazırlanmalıyız.